Kıssadan Hisse (40)
Doğumdan Sonra Hayat
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:
"Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!"
Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar.
Sokakta duyduğu bir sövgüyü evde annesine söyledi. Merhamet abidesi kadın derhal mutfağa koştu ve bir kaşık acı biberi zorla çocuğun ağzına tıktı. Çocuk, ağzındaki yangının ıstırabı ile lavaboya koştu ama nafile. O gün akşama kadar kıvrandı. Henüz ilkokula giden bir çocuk için anne ne kadar gaddar davranmıştı!...
Yıllar sonra büyüyünce anlayacaktı çocuk, annesinin iyiliğini. Ne zaman kötü söz duysa, nerede argo tabir kullanılsa yüzü kızarır, o olayı hatırlardı. Dili yerli yerince kullanma edebini fakülteye değil, annesine borçluydu.
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine. “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
“Bakın göstereyim” demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koymuş. “Peki” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Amerikalı zengin işadamı, bir iş seyahati sırasında küçük bir Meksika kıyı kasabasına uğrar. Limanda gezerken, ağzına kadar balık dolu küçük bir teknenin içinde oturan bir balıkçı dikkatini çeker. Merakla yanına yaklaşır ve sorar,
- “Merhaba, bu balıkları yakalamak ne kadar zamanını aldı?
Balıkçı, tümünü bir-iki saate yakaladığını söyler.
İşadamı bu kez, niçin daha uzun süre kalıp daha fazla balık yakalamadığını sorar.Balıkçı, ailesinin geçimi için bu kadarının yettiğini söyler.Amerikalı işadamı merakla balıkçıya kalan zamanını nasıl geçirdiğini sorar.
Balıkçı anlatır…,
- “Geç vakit yatarım, sabah birazcık balık yakalarım. Sonra çocuklarımla oynarım,öğlende de karım Maria ile biraz siesta yaparım.
Dünayada yemyeşil bir ada vardır; orada da yalnız başına yaşayan güzel ağızlı bir öküz.Semirmek, irileşmek, seçkin hale gelmek için geceye dek bütün ovada otlanır.Geceleyin, yarın ne yiyeceğim endişesiyle kederler içinde zayıflar, kıla döner.Sabah olunca ova yine yeşerir; çayır çimenler, ekinler bele kadar büyür.Öküz, öküz açlığı içinde çayırlara dalar, akşama kadar baştanbaşa bütün ovada otlar.Sonra yine irileşir, semirir, şişer.
Bir gün birkaç öğrenci Buda'ya gitti ve şöyle bir soru sordu "Efendim, burada Savatay*'da sonu gelmez tartışmalara dalan pek çok münzevi ve bilgin yaşamakta, kimi dünyanın sonsuz ve bitmediğini ve diğerleri de sonlu ve bittiğini söylüyor, kimi ruhun bedenle birlikte öldüğünü ve diğerleri sonsuza dek yaşadığını iddia ediyor ve bu böyle... devam ediyor. Siz, efendim bu konularda ne demek istersiniz?"
Buda yanıtlar; " Bir zamanlar bir raca** hizmetkarını çağırıp şöyle dedi, ' Gel, ahbap, git ve Savatay'da doğmuş bütün körleri bir araya topla... ve de onlara bir fil göster.' 'Pekala, efendim,' diye yanıtlar hizmetkar ve kendisine söylendiği gibi toplar bütün körleri.