Bu sayfayı yazdır

Tasavvuf Metafiziği

Yazan Write on Pazartesi, 08 Ocak 2018 Yayınlandığı Kategori Kitap Okunma 4735 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

Molla Fenârî’de Tasavvuf Metafiziği Misbâhu’l-Üns üzerine bir inceleme

Muammer İskenderoğlu İstanbul: Değişim Yayınları 2016, s.133

MehmetSirin 

 İnsanoğlunun ilk zamanlarından beri süregelen Allah, alem, insan ve bunlarla ilişkisi ve bu ilişkinin doğru bir şekilde nasıl bilinebileceği Âdem as bu yana değişik yönleri ile devam etmektedir. Bu  Hakikat arayışı, insanın en doğruyu bulma ve bu doğrunun ne olduğu konusundaki istek ve arzusu fıtrat olarak hepimizde var olan bir unsurdur.  Bu hakikat arayışında kullandığı materyaller daha çok eldeki duyu verileri ve akıl unsuru olmuş. Alemi gözleme sonucunda varlıkların düzeninden bir üst gücün var olduğunu düşünmüş. Bu yaratıcının da değişik şekillerde tahayyül etmiş. Bazen bir ağaç, taş suretinde olabildiği gibi gökyüzündeki cisimlere atfedilmiş bazen de mitolojik varlıkları Tanrı olarak kabul edilmiş.

   Sürekli olarak devam eden bu arayış duyu verilerine dayalı araştırma insanı sürekli bir Tanrı hayali ve bu hayalin ise insan şeklinde insani özelliklerine sahip bir tanrı inancına götürmüş. Halbuki ilk insandan bu yana sürekli Resuller gelmiş en doğru yolu en güzel bir dille apaçık anlatmasına rağmen insanların Egosu- benliği ile karşılaşan hakikat bilgisi akıl ve mantık oyunları ile bu savaşı çoğunlukla kaybetmiş ve apaçık olan hakikat gerçeğini görmemezlikten gelmeyi tercih etmiş.

   Felsefe alanında Aristo eflatun, Sokrates gibi Skolastik düşünceye sahip filozoflar birçok konuda insana çığır açacak hakikat damlaları sunsa da bunu akla görünen aleme sınırlı olmasından dolayı görünmeyen alemin sınırsızlığa mağlup olmuştur. Bunun sonucunda yine insan boyutuna inen hakikat boyutu taşa, toprağa duyu ve akıl aletine takılı kalmıştır.

  Kalp ile akıl arasındaki bu savaş çoğunlukla aklın galibiyeti ve filozofların akıl ve duyu organlarına hitap edilen gerçekleri metafizik alanda belirli dönemlerde gerilemeye mahkûm etmiştir.

  İslam dünyasındaki yeni itikadı, siyasi mezheplerin oluşum süreci Resulullah efendimiz sav vefatından sonra ortaya çıkan Fitneler ve bunun sonucunda Hz. Osman’ın şehadetiyle başladığını söylersek sanırım yanılmış olmayız. Muaviye’nin siyasi oyunlarıyla devam eden ve halifeliğin krallığa dönmesi sonucu çıkar ve menfaatin ahlaki vicdanın önüne geçmesi ile yeni akımların çıkması ve İslam dünyasında büyük yaraların açılmasına neden olmuş. Abbasi ve Emevilerden sonraki dönemlerinde birçok Yunan eserinin tercümesiyle birlikte Felsefede İslam dünyasına dahil olmuş diyebiliriz. Genişleyen İslam coğrafyası ile yeni karşılaşılan kültür ve akımlara karşı akılcı cevaplar verilmeye çalışılmış. Tabi bu tarz akılcı çıkarımları birçok Yunan felsefecilerin çevirilerini yaparak aradıkları cevabı bu kitaplarda bulmayı ummuşlar. Buda bir birçok yeni akımın doğmasına neden olmuş. Kur’an’ın yorumlanması konusunda her bir mezhep kendine yakın hadisleri ele almış ya da Kur’an-ı Kuran ile tevil ederek kendi aklını kullanarak tefsirler yapılmış.

 

     İslam dünyası Felsefe ve aklı önceleyen Mu’tezile akımından sonra İslam dünyası Gazali ile yeni bir döneme girmiştir. Gazali, varoluşun hakikatinin aşkın bir bilinç düzeyinde algılanabileceğini söylemiş bununda Keşf ile olabileceğini söylemiştir. Keşf ise tecrübî bir olaydır ve kelime manasıyla “perdeyi açmak”, “perdeyi aralamak” anlamlarına gelir. Görünen ile görünmeyen arasındaki varoluş perdelerinin Keşf ile çözülebileceğini söylemiştir.

 Gazali ile başlan İslam dünyasındaki bu kırılma yeni dönem tasavvuf geleneğinde ikinci kırılmayı da İbn-i Arabi-Konyevi ile yaşamıştır.

 

İbn-i Arabi “vahdetu’l-vucûd” anlayışını getirmiş. Metafizik alanında farklı bir bakış açısı yakalanmış. Daha sonra Osmanlı topraklarına gelen İbn-i Arabi Sadreddin Konevîyi öğrencisi olarak kabul etmiş onu yetiştirmiştir.

 Sadreddin Konevî’nin Eserinin şerhi sayılabilecek Molla Fenârî’nin Misbâhu’l-Üns’ü yazar tarafından incelmeye alınmış çoğunlukla eleştirisel bir bakışla inceleme yapılmış.

 

İslam düşüncesinin ikinci klasik döneminde yaşamış olan Molla Fenârî İslam dünyasının yaşadığı çalkantılı dönemin yatışmış olduğu beklide İslam dünyası için altın çağ diye nitelendirilebilecek bir çağda yaşamış kendisine açıklanması için emir verilen eseri bir şerh için yazmıştır.

        Yazar İslam düşüncesinin Kelam, Felsefe ve Tasavvuf olarak üç temel ayağı olduğunu ve bunlarında bir bütünün ayrı ayrı parçaları olduğunu bunları ayırmanın bütünün resminden uzaklaşma manasına geleceğini bu yüzden Osmanlının Felsefe derslerini çıkarıp yerine Fıkıh ilminin konmasının yanlış olduğunu belirtmektedir.

 Kelamcıların ve filozofların daha çok akla ve duyu organlarına dayanan görünenlerden görünmeyenleri bilinenlerden bilinmeyenleri mantık ilmini kullanarak bulmaya çalışmıştır. Buda Körlerin bir fili tanımlamasına benzer bir şekilde her bir filozof ya da aklı en temel Hakikati bulma aracı olarak kabul eden Kelamcılar ise bulduğu gerçeği mutlak hakikat olarak atfetmiştir.

 

        İnsanı her ne kadar beş duyusu olduğu söylense de Resuller aracılıyla bize bildirilen meçhul olan şeylerin malum hale gelmesi İslam’ın, İmanın sadece akıl ile değil Kalp ile birlikte aklın ele alınması gerektiği konusu sürekli göz ardı edilmiştir. Bu da bir takım İslam düşünürlerini ya sadece akla ya da sadece kalbe yönelmesine neden olmuş bunun sonucunda farklı yanılgılara düşülmüştür. 

 

      Yazar Seyyid Şerif Cürcânini isimlendirmesini ele almış bu isimlendirmede metafizik disiplinlerin konusu, sıfat ve fiilleriyle Allah’ın bilgisi, gayesi ise en yüce mutluluğa ulaşmaktır. İnsanı bu gayeye ulaştıracak iki iddia vardır. İlki nazar ve istidal, ikincisi ise riyâzet ve mucâhede yoludur. İlk yolu izleyenler, eğer peygamberlerin dinlerinden birine mensup iseler kelamcıdırlar, aksi halde Meşşâi filozofturlar. İkinci yolu izleyenler ise eğer riyazetlerin İslam dininin hükümlerine göre yapıyorlarsa şeriâta tabi bir sûfilerdir, aksi halde îşrâki filozoflardır. [1]

Yazar bu tanımlamayı Keşf ve nazar diye ikili tasnif şeklinde İbn-i Arabi -Konyevi ve Molla Fenâri’ninde takip ettiğini söyler

Yazar bir yandan Selçuklu vezirinin açılmasına çaba sarf ettiği medrese sistemini ve İslami birçok ilim ile birlikte Felsefenin de olmasını takdir eder. Osmanlının yükselme ve altın çağında Felsefenin kaldırmasına tepkisini koymakta delil olarak da Kâtip Çelebi’nin Felsefe ve hikmeti bir çatı altında görüp felsefenin kalmasıyla ne Fıkıhın nede başka bir ilmin ortada kalmadığı iddiasını dile getirmiştir.  Osmanlı okulunun kurucularından olan Davûd-i Kayserî ve Molla Fenârî’nin İbn-i Arabi çizgisinde olduğunu söylemiştir.

Yazar Fenârî’nin nazar yöntemini reddetmemekle beraber, bu yöntemin
eksikliğine vurgu yapmaktadır. Fenârî’ye göre bu ilmin asıl yöntemi keşf ve
müşâhededir. O, bu yöntemle elde edilen keşfî veya ilhâmî bilgilerin de öncelikle Kur’an ve Sünnet ile ikinci olarak da muhakkik sûfilerin eserlerinde çizilen sınırlarla test edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Yazar. Keşf ile de bilinemeyecek şeylerin olduğunu ve bunların da Resuller, Nebiler, veliler aracılığı ile insanlara sıfatların hakikati, hükümlerinin sırları ve varlığının zorunluluğu hakkında dilediği bilgileri verir onlarda insanlarla güzel sözler ile paylaşır. Fenârî’nin ilm-i ilâhînin yani Metafizik ’in şeraitin ilimlerin anası olduğunu söyler.

Nazari hükümlerin idrak edenin kabiliyeti ve yönelimlerine tabiidir. Bunlarında farklı olduğu için varılan hükümler de farklı farklı olur.

Yazar ikinci bölümde varlığın Fenârî’nin her varlığa varlık veren zorunlu varlığın filozoflardan farklı düşünerek mutlak varlık olduğuna dair beş delil sunar. Bu deliller ile hakkın varlığının mutlak varlık olduğunu ispat eder. Zat, sıfat ve fiil isimlerinin, ilim, irade, kudret vasfının hepsinin hakkın değişik görünümlerinden ibaret olduğunu aslında hepsinin ehadiyetin algılanmalara göre isimlendirmekten ibaret olduğunu söylemektedir.

 

Sonuç olarak yazar Mola Fenârînin İslam disiplinlerinin üç kısımdan müteşekkil olduğunu bunların felsefe, kelam ve tasavvuf olduğunu bunların birbirinden ayrılmaz iç içe girift halde olduğunu bir bütün olarak ele alınıp incelenmesi gerektiğini ancak bu şekilde bir hakikate varılabileceğinden bahseder. Mola Fenârînin metafizik bilgiye ulaşmada nazar, keşif ve müşâhede alanında yapılan tasnifleri ele alır. İnsanın Hakkın tecellilerini bilebilmek için perdenin ardını yani keşif ve müşâhedeye ihtiyacı olduğunu bu bilgi keşif, müşâhede yoksa görenlerin bilgisine tabi olunması gerektiğini söyler.

 Meşşailer ve kelamcıları nazar ehli, İşrâkiler ve sûfileride keşif ve müşâhede ehli olarak gördüğünü söyler. Molla Fenârînin İbn-i Arabi-Konyevi çizgisinden hakiki metafizik alanda çalışmalar yaptığını ve bu anlayışla ile kaleme aldığı eseri inceleyen yazar tasavvuf metafiziğini, farklı bir bakışla daha anlaşılır kılmıştır. Son söz olarak bizlerin hakikat bilgisi içinde bulunduğumuz bilgi birikimi, algı araçları gibi kısıtlı duyu verileri ile olduğu müddetçe bütünün yani zatı anlama bilme imkânımız olmadığı apaçık ortadadır. Körlerin fili tanımlamasına benzer fark ettiğimiz ya da bildiğini sandığımız hakkın özelliklerini bütün zannedip o kısıtlı bilgi ile hükümlere varmamız sonucunu doğuruyor. Teşbih ve tenzih dengesi görülen ve görülmeyen alemleri bir görme ihlas süresinde bahsedilen Allah’ın kendini tasviri çok iyi tefekkür edilip iman, İslam ve ihsanın insan için en önemli mesel olduğu aşikardır. Sürekli olarak Allah ile tanrı karşılaştırılması insanın sonu gelmez çelişkiler barındıran soruları doğuruştur.  La ilahe- illallah arasındaki ince çizgi birçokları için tanrı ve tanrılık kavramını Allaha nispet etmeye götürmüş. Buda insanın şirke düşmesine ve Ondan ayrı bir varlığın var olabileceği zannına kapılmasına neden olmuştur. Bundan kurtuluş çaresi olarak Hz. Muhammed Mustafa sav bildirdiği doğruları bildiğimiz kadarıyla içselleştirmek, Kuran ve sünnet ışığında bir teslimiyet ve yaşam içine olmak gerekiyor. İnsanın içinde var olan tanrılık iddiası sonu gelmez gaflet zemininde yetişen günahlar ve o günahlardan memnun olma yani küfür bataklığından kurtulamayacağımız anlamına gelebilir. En doğrusunu Allah bilir vesselam.

 

[1] Cürcânî, Seyyid Şerif, Haşiye alâ Levâmi’il-Esrar fî Şerhi Metâli’il-Envar, İstanbul:Hacı Muharrem

 

Mehmetsirin

19 Kasım 2017

 

Son Düzenlenme Pazartesi, 22 Ocak 2018 17:42