Tasavvuf (142)
Ehli sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.
Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.
Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehit edildi.
Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.
İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.
Sevgili evlâdlarım,
Cenâb-ı Hakk, evlilik konusunda, Kur'ân-ı Kerîm'in XXIV. Nûr sûresinin 32. âyetinde: "Ve enkihul eyâmâ minküm ve-s sâlihiyne min ibâdiküm ve imâiküm; in yekûnû fukarâe yüğnihimullāhu min fadlıhi; vallāhu vâsiun aliym", yâni "Sizden bekâr olanları ve kölelerinizden, câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer onlar yoksul iseler Allāh onlara kendi fazlından dolayı zenginlik verir. And olsun ki Allāh, zenginliği ölçüsüz geniş ve alîmdir" ilâhî emri ile evlenmeyi farz kılmıştır.
Âyet-i kerîme nikâhın bolluk ve bereketi de beraberinde getireceğini de müjdelemektedir. Peygamberimiz (s.a.) Efendimiz ise bir hadîsde: "Nikâhın hayırlısı kolay olup bitenidir" demektedir. Buna binâen nikâhın en kolay, gücenmelere yol açmayacak, isrâfa sebeb olmayacak biçimde gerçekleştirilmesine özen gösterilmelidir.
Bakara sûresinin 187. âyetinde: "...Hünne libâsün leküm ve entüm libâsün lehünne..", yâni "... Kadınlarınız sizin için bir elbîse ve sizler de onlar için bir elbîsesiniz.." denilmekle eşlerin biribirlerini bir elbîse gibi örtüp setretmesine işâret edilmektedir. Bu, eşlerin, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın es-Settâr (yâni örtücü, Setredici anlamındaki) ism-i şerîfinin de tecellîgâhı olduklarına ve bundan ötürü de iyi günde, kötü günde biribirlerinin hatâ ve kusurlarını örtücü, başkalarına sızdırmayıcı bir şekilde davranmaları gerektiğine de dikkati çekmektedir. Ayrıca Hazret-i Peygamber (s.a.): "Kadınlar erkeklerin tamamlayıcısıdırlar" diye buyurmaktadır. Bu bakımdan erkek karısının kadrini ve kıymetini iyi idrâk etmek ve onun hâlet-i rûhiyesindeki değişimlere sabır ve tahammül etmek mecbûriyetindedir. Zirâ zevcesiz erkek, eksik erkek demektir.
Gene Bakara sûresinin 228. âyetinde: "Ve lehünne mislülleziy aleyhinne bi'l-mâ'rûf; ve li'r-ricâli aleyhinne derecetün", yâni "Erkeklerin kadınları üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde örfe uyan benzer hakları vardır. Ancak erkeklerin kadınlar üstünde bir derece üstünlüğü vardır" denilmekte ve erkeğe evlilikte bir rüchâniyet tanınmakla birlikte kadının da erkeğin sâhip olduğu haklardan pekçoğuna sâhip olduğu vurgulanmaktadır. Bir hadîsde ise: "Cenâb-ı Hakk kime sâliha bir kadın nasîb etmiş ise ona dîninin yarısının îmârına yardım etmiş demektedir. Kendisi de geri kalan yarısını ma'mûr etmek için gayret etsin ve Allāh'ın emirlerine uysun!" denilmektedir.
Kezâ IV. Nisâ sûresinin 34, âyeti de: "Erricâlü kavvâmûne alennisâi bimâ faddalallāhu ba'daküm alâ ba'dın ve bimâ enfeku min emvâlihim; fassâlihâti kānitâtün hafizâtün li-l gaybı bimâ hafizallāh", yâni " Allāh'ın bir kısmını diğerlerinden üstün kılması ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve hâkim durumundadırlar. Onun içindir ki sâliha kadınlar itaatkârdırlar. Allāh'ın kendilerini koruduğu cihetle onlar da gizli olanı korurlar"
buyurmaktadır.
Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı Vesilet-ünt Necat (Kurtuluş yolu vesilesi) olan Mevlid, Türk edebiyatının dini konuda en beğenilen, en sevilen ve en çok okunan eseridir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e sav karşı duyulan derin sevgi ve saygının çok samimî, çok temiz ve çok güzel ifadesi olan 'bu müstesna eser, asırlar boyunca her müminin gönlünde engin heyecan meydana getirmiş, daima vecdle ve zevkle dinlenmiş ve okunmuştur. Edebiyatımızda hiç bir eser Süleyman Çelebi'nin bu şaheseri kadar millete mal olmuş değildir. Bugün de bu eşsiz ve ölmez esere karşı rağbet ve alâka hiç eksilmeden devam etmektedir. Bunun sebebi Mevlid’in Türk ruhunu da en iyi şekilde aks ettiren, her türlü mübalâğadan ve sunîlikten uzak sade, saf ve samimî bir duyguyla ve dille yazılmış olmasıdır. Türk halkı bunda, Hz. Peygambere duyduğu bağlılığın ve sevginin tam bir ifadesini bulmuştur.
Melidi Şerif Tam Metni
I. BÖLÜM
Münâcaat
Allah âdın zikr edelim evvelâ,
Vâcib oldur cümle işte her kula.
Allah âdın her kim ol evvel ana,
Her işi âsân ede Allah ona.
Allah adı olsa her işin önü,
Hergiz ebter olmaya ânın sonu.
Her nefeste Allah âdın de müdâm.
Allah adıyla olur her iş tamam,
Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. “Bu iş böyledir, şöyledir” diye hüküm vermektir.
Din teriminde ise, Yüce Allah’ın dinini kalb ile kabul edip Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır.
İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalb ile kabul edilip inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez.
Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce Allah’ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur.
8- “İslâm” sözüne gelince; Lügat manası bakımından İslâm, teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmek, Peygamber Efendimiz’in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslâm aynı zamanda din manasına gelir.
9- Gerçek din ile İslâm arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslâmdır. Her İslâm da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık da denir.
Allah Teala’nın dinine sadece “din” denildiği gibi, millet şeriat, İslâm ve İslâm dini de denir. Bununla beraber “İslâm” sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hükümlerin tümünde kullanılır.
10- İslâm dininde Yüce Allah’a, meleklere, Allah’ın kitablarına, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle mevcut esaslardır.
Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır.
Biz bu imanımızı; “Amentü billahi…” sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor:
Bir kimse diye bilir ki, Havf(Korku) ve Recâ’nın (Ümit) fazileti hakkında haberler çoktur. Bu ikisinden hangisi daha üstündür ve hangisi galib olmalıdır? Bil ki, Havf(Korku) ve Recâ(Ümit) iki ilaç gibidir. İlâç için faziletli denmez, faydalı denir. Söylediğimiz Havf(Korku) ve Recâ(Ümit), noksanlık sıfatlarındandır. İnsanın kemâli Allah’ü Teâlâ ’nın sevgisine gömülmektir. Zikri, bütün varlığın ı kaplamaktır. Sonunu da öncesini de düşünmemektir. Belki bazen görür, bazen de görmez. Fakat daima Allah’ü Teâlâ ’ya bakar. Havf(Korku) ve Recâ(Ümit)ya yüzünü dönünce, bu bir perde olur. Fakat böyle hâl pek nadir olur. O hâlde ölüme yakın olan da Recâ(Ümit)’nın çok olması lâzımdır. Çünkü bu, muhabbeti artırır.
Hakk’ın Zatı’nın herhangi bir sıfatla bir araya gelmesi (içtima) imkansızdır, çünkü mümkün şeyi nitelendiren her sıfatın varoluşu, sıfatlandığı şeyin ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar, veya mümkün şey kalırken, sıfatı ortadan kalkar... Ama Vacibü’l Vücud, Kendine yönelik olarak olma imkanı olan veya olmayan bir şeyi kabul edemez. Çünkü O, vasıflandırmanın hakikati yönünden, bu şeyle nitelendirilemez, olsa olsa lafzi bir ortaklaşalıktan söz edilebilir. Tanım ve hakikatin ortaklaşalığı diye bir şey sözkonusu olmadığından hiçbir tanım Hakk’ın sıfatıyla kulun sıfatını hiçbir surette birleştiremez...
Böylelikle, “Allah Bilen’dir,” dediğimizde bunu, geçici olarak yaratılmış mümkün şeye atfettiğimiz bilgi’nin tanımı ve hakikatine göre anlamlandıramıyoruz. Çünkü Allah’a bilgi atfedilmesi, mahlukata bilgi atfedilmesinden farklıdır. Eğer kadîm bilgi, hâdis bilgiyle özdeş olsaydı, bir tek ve temel tanım iki tanımı bir araya getirirdi. Bu durumda, biri için mümkün olan diğeri için imkansız olurdu. Ama durumun böyle olmadığını gördük.