Erenlerin Kalp Gözü

Yazan Write on Cuma, 12 Mayıs 2017 Yayınlandığı Kategori Kitap Okunma 8010 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

Erenlerin Kalp Gözü 

Eser tasavvufi ve fıkhi bir çok konuya temas etmiş olup bazıları şunlardır; 
Misal alemi ,Berzah alemi,İlmin fazileti, Bidatın kısımları, Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Şühud,İmanın alameti, Tarikatın kemalatı, Halvet, Nakşibendi Tarikatının esasları ,Rabıta, Dervişlerin tehlikeli halleri,Mevzu hadisler...

Bu kitabın mütercimi Ali Arslan diyor ki: "Birçok eserin mütercimi olarak itiraf ediyorum ki tasavvuf mevzuunda İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ından sonra bu eser gibi muhteşem, insaflı, davaya yerli yerinde parmak basan, her şeyin hakkını veren ikinci bir eser görmüş değilim. Hakikati bütün parlaklığıyla aksettiren, kalbimde mümtaz bir yer işgal eden bu eseri bu sebeple tercüme etmek istedim.

-İmam-ı Rabbani Hz. Derki:

DÜSTUR

İkinci Bin'in yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri, İslâmın, sahabîler müstesna, en büyük ferdidir. Eseri olan "Mektubat" ise Allah ve Resulünün kitaplarından sonra İslâmın en yüce kitabı...
Velîler Velîsinin zamanında çeşitli "vahdet-i vücut" nazariyeleri ve türlü yanlışlarla zedelenen iman ve İslâm bütünü, onun her ölçüyü yerli yerine oturtucu mübarek eliyle tam yekparelik ve gerçekliğe kavuşmuş ve hem zahir, hem bâtın yolu bütün engel ve tümseklerinden temizlenmiştir.


"- Allah ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde..."
Yani hangi ufuk noktasında Allah'ı buldum sanırsan, O, onun da ötesinde...
İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin getirdiği ilk kurtarıcı düstur budur.

İTİKAD

Yol, en kesin ve açık bildirişle üç basamaktır: 1 - Evvelâ iman ve itikadın düzeltilmesi... İman ve itikat düzeltilmeden yapılacak hiçbir iş, yerine getirilecek hiçbir amel yoktur. Ne tarikat, ne hakikat, ne bir şey... Bu yolda kılavuz, gerçek Sünnet ve Cemaat ehlidir. - Sonra şeriata göre amel..
3 - Ve en sonra, bâtın yolcuları olan büyük marifet kahramanlarının eteğine yapışmak...
Bize ve size lâzım olan, Kitap ve Sünnet yoliyle itikadın düzeltilmesi, tam ve kâmil bir tesviyeye tâbi tutulmasıdır. Peşinden, helâl ve haramı tanımak, farz ve vacipten şeriat ölçülerini bilmek gelir. Nihayet kalbin tesfiyesiyle caddeye çıkılmış olur. İtikadı düzeltmek ve emirlerle yasakları yerine getirmek öyle iki kanattır ki, ancak onlar takınıldıktan sonra uçulabilir.
Kurtuluşumuzun yolu, -ne kadar tekrar edilse azdır ki- evvelâ Sünnet ve Cemaat ehli anlayışiyle itikat tashihi, peşinden tam amel, daha sonra da bâtın feyzi için nefsin tasfiye ve tezkiyesidir. Ve kemal...
Bütün bunların temeliyse itikat, itikat, itikat...

ŞERİAT
Şeriat üç bölümdür: İlim, amel, ihlâs... Bu esaslardan herbiri yerine gelmedikçe şeriat insanda gerçekleşmiş olmaz.
Büyük sırra erenlerin gözünde bâtın irfanının şeriate uygunluğu öylesine tamamdır ki, nokta kıpırdatmaya imkân yoktur.
Kıyamette şeriatten sorulur, tasavvuftan sorulmaz. (Bu muazzam hükmü veren tasavvufun en büyük kahramanıdır)... Ebedî hayata giriş ve azaptan kurtuluş, şeriatin yerine getirilmesine bağlıdır. Kâinatın gayesi olan bütün peygamberler insanları şeriate davet ederler... Kurtuluş yalnız şeriattedir. Peygamberlerin gönderilmesinden murad, kurtuluş yolu olan şeriatin bildirilmesidir.
Şeriat, suretiyle (zahiriyle) "mümkünler" âlemini son haddine kadar kuşatır. Ondan sonra vücup âlemi başlar. O zaman da şeriatin hakikatiyle temasa gelinir.
İnsanlığın harap ve perişan bir devrinde şeriat meselelerinden herhangi birine takdir ve tatbik sahası açmak, bütün malını mülkünü Allah için fukaraya dağıtmaktan daha üstündür.
İnsanda şeriat gerçekleşince o insan üzerinde Allah'ın rızası karar kılar. İşte bütün dünya ve âhiret büyüklerine kefil olan sonsuz kıymet bu rızadadır.
Tasavvuf ehlinin gerçek hedefleri de, tek kelimeyle şeriati tekmillemektir.

BEDAHET

Allah Resulünün Haktan getirdiği ve bildirdiği şeylerin hepsi, bütün halinde bedahet ifade eder ve hiçbir delile muhtaç değildir. Allah'ın vûcüdu, birliği ve Peygamberlerinin doğruluğu, idrak kuvvetinin manevî marazlardan ve kötü illetlerden uzak olduğu nisbette bedahete yaklaşır. Bedahete yaklaştıkça da fikir ve delil kıymetten düşer, lüzumsuzlaşan İdrâk kuvvetinde fikir, nazar, delil ve ispat, ancak illetin vücudu ve marazın tezahürü zamanında olabilir. Kalbdeki marazın ve gözdeki lekenin silinmesinden sonraysa, bedahet ve açıklıktan başka hiçbir şey kalmaz. Meselâ safravî olan bir kimse için, bu illet zamanında, bazı nebatların tatlı olması, ancak delile muhtaç bir hâdisedir. Fakat illet geçince, hiç de böyle olmaz. Nitekim, biri iki gören bir şaşının hali, mazeret ifade etmez mi? Anlaşılıyor ki, delil yoluyla gelen bir inanış hem çok zor, hem de büyük feyzden mahrum bir oluştur. Onun içindir ki, kemalî iman mevzuunda kalbdeki marazın giderilmesi başlıca dâvadır.

DİLEMEK

Allah bize, kendisini dilemek yolunda terakki ihsan etsin... Ve dilediğimizin yerine gelmesine engel olacak her ne varsa ondan sakınmak nasib etsin...
Şunu bilelim ki, dilemek, istemek, dilenen ve istenen şeyin meydana geleceğine ait bir müjdedir ve murada ermenin bir başlangıcıdır. Bir aziz şöyle buyuruyor:
- İsteğin yoksa isteğin olmasını iste!
Gerçekten, istek büyük bir devlettir, bir nimettir. Bu harareti, bürudetten (soğuktan) sakınmak için elimizden ne gelirse yapalım!!
Bu, böylece, kâmil bir mürşide varıncaya kadar devam edecektir. Kâmil mürşide rastgelinince de yapılacak iş, gasledicinin elindeki ölü gibi kendini ona bırakmaktır.
İlk fani oluş, mürşitte, şeyhte fani oluştur. Bu fani oluş, fani oluşun tek gayesi olan Allah'ta fani oluşun vesilesidir.
Böyle bir mürşidin huzuru, insan için ne mikyasta devletse, kendisini şeyh sanan, satan ve şeyhlik postuna kurulan bir nakışa bağlanmak da o nisbette büyük bir hüsrandır.

DEVLET REİSİ

Devlet reisinin halka nisbeti, kalbin bedene nisbeti gibidir. Eğer kalb salâhta olursa, vücut da salâhta olur. Eğer kalb fesatta olursa, vücut da fesatta... Devlet reisinin iyiliği âlemin iyiliği, kötülüğü de âlemin kötülüğüdür.

DİN ALiMI

Zamanın padişahı, gönlünde yatan müslümanlık şevkinden dolayı bizden şunu istediler:
- Din âlimlerinden bana dört şahıs bulunuz ki, onlara Şer'î meseleleri danışabileyim... Tâ ki işlerde şeriate aykırı bir şey olmasın...
Hamdler olsun; müslümanlara bundan daha yüksek bir beşaret olabilir mi?
Lâkin şunu iyice bellemek lâzımdır ki, Şeriati terviç ve milleti teyidden başka dileği olmayan din adamları, asrımızda azın azı vaziyetindedir. Mevki ve şeref hırsı mevcut oldukça, âlimlerden kim olsa bir tarafı tutup kendi fazilet ve üstünlüğünü belirtmek istiyecektir. Böylece ihtilâf çoğalacak ve zamanın hükümdarına yaranmak kaygısiyle din zarar görecektir. Geçmiş devirlerde âlemi belâya uğratan, âlimler arasındaki ihtilâftan başka bir şey olmadı. Bu gibilerin arasında sohbet zuhur eder etmez dini tahribe vasıta olanlar peydahlanır. Allah bizi kötü âlimlerin şerrinden korusun!..
Eğer bir ilim adamını bu ölçüye göre seçerlerse pek güzel olur. Ve eğer âhiret âlimlerinden seçerlerse onun sohbeti ayniyle şifa ve çaredir. Böylesini bulamazlarsa yine ana ölçüyü elden bırakmayıp seçeceklerini ona tatbik etmelidirler.
Bilmem ki, ne söyliyeyim?..
İnsanların kurtuluşu din âlimlerinin varlığına bağlı olduğu kadar, uçuruma yuvarlanışı da yine onların yüzündendir. Âlimlerin iyisi her şeyin en iyisi; kötüsü de her şeyin en kötüsüdür. Allah, kurtuluş veya mahvoluşu, onlara bağlamıştır.
Azizlerden biri, şeytanı, şu sözü söylerken gördü:
- Zamanın âlimleri bizim yolumuzda yeter derecede dalâlet vasıtası olmuştur!

KALB

Evet, bütün eser ve kazanç, kalb vasıtasiyledir; ve mücerret surî amellerden ve resmî ibadetlerden bir şey beklenemez.
Allah, bize, kendisinden gayri her şeyden kaçmak ve yalnız kendi kuds canibine yönelmek nimetini ihsan buyursun; bütün beşeriyetin Efendisi yüzü suyu hürmetine... Evet, bütün kâr kalb yoluyladır; ve o, Allah'tan gayrisiyle meşgul ve başka şeylere giriftar oldukça haraptır. Sadece dışa bağlı ameller ve ibadetler hiçbir kapıyı açmaz. Allah'ın (masiva - dış âlem)ine bağlanmaktan kalbe selâmet gelmeli... Ve bunun için, buna taallûk eden iyi amellere -ki Şeriat onların kadrosudur- bağlanmak zevk ve teşebbüsü doğmalıdır ki, maksat yerine gelsin... Amel-siz selâmet dâvası da, bâtıl kalbden gelir.
Allah bizi kötü zan ve itikatlardan korusun...

NEFS

Nefs, (Emmâre)lik haliyle, daima mevki ve riyaset dâvasında ve benzerlerinden üstün olmak himmet ve gayretindedir. Her ân istediği şeyse, bütün mahlûkların kendisine muhtaç olması ve emirleriyle yasaklarına başkesmesidir. O, kendisinin hiç kimseye muhtaç ve müftekir olmasını kabul etmez. Bu, ulûhiyet dâvasından başka bir şey değildir ve Allah'la şeriklik iddiasıdır. Hattâ (emmârelik) vasfındaki nefs - ki bütün saadetlerden uzaktır - Allah'la şirketi bile kabul etmez. Onun da hâkimi olmak; var ve yok ne varsa, kendisinin mahkûmu görmek ister. Bundan dolayıdır ki, Allah düşmanı nefse, en harîs olduğu mevki ve riyaset yolunda imdad ederek kuvvet vermek, mahv ve izmihlalin en büyüğüdür.
Allah'ın lanet ve buğz hedefi olan dünya, nefsi beslemekte ve alabildiğine hırs yolunda koşturmakta birebirdir.
Fakr, Peygamberler Peygamberinin fahridir. İyice anlaşılması gereken bu fakr ise, nefsin nâmurad olması, dileklerinden hiçbirine erememesinden başka bir şey değildir.
Peygamberler Peygamberinin fakri, nefsin acze ulaştırılmasıdır. Zaten nebilerin gönderilmesinde ve insanların Şeriate mükellef tutulmasındaki hikmet, nefsin taciz ve tahribidir. Şeriatler, nefs heva ve hevesinin defi içindir. İnsan, Şeriate bağlandığı nisbette nefsaniyetten uzaklaşır ve şeriate olan alâkasının kemâli kadar nefsi zevale uğratır.
Şunu da bilmek lâzım gelir ki, Şeriate uygun olmayan ve sözde nefsin kırılmasını gaye edinen bazı mücahede ve riyazetler, nefsi kırmak yerine kuvvetlendirir. Şeriat, o ince sırlar manzumesidir ki, hiçbir şey ona mutabık olmadıkça aslî gayesini bulamaz. Nitekim bir takım Hintliler riyazet ve mücahedede hiç kusur etmezler; fakat nefslerinin kuvvetlenmesinden başka da hiçbir şey elde edemezler.
Herşeyden, her şeyden evvel bu müthiş illetin şifaya kavuşturulması fikri, nefs ebedî teslimiyete varıncaya kadar zaruridir. Tevhit kelimesi, nefsin temizlenmesi ve Hakka baş kesmesi için gelmiştir. Bütün büyükler nefsi kırmak mevzuunda hep bu kelimeden faydalandılar. Nefsin her serkeşliğinde Tevhit kelimesine sarılarak imanı tazelemek lâzımdır. Bu hususta Peygamberler Peygamberinin açık bir emirleri de vardır:
"- İmanınızı, Allah'tan başka Allah yoktur diyerek yenileyiniz!"
Tevhit kelimesinin sürekli tekrarı, nefsi bağ üstüne bağla bağlar.
Yine Hadîste buyurulmuştur ki:
"- Arzı ve semaları bir kefeye, Tevhit kelimesini de bir kefeye koysalar, o kelimenin bulunduğu kefe ağır gelir."
Yol, ona bağlı olan yoldur.

TEVHiD


Bir zümre, sırf manevî sarhoşluk ve muvazenesizlik haliyle, Zatî ihataya, yani Allah'ın her şeyi zâtı ile kuşattığına inanmıştır. Onlar Allah'ı, bizzat, âlemin muhiti (kuşatıcısı) bilirler.
Bu anlayış, zahir ehli büyüklerinin anlayışına aykırıdır. Zira onlar, Allah'ın, zatiyle değil, ilmiyle âlemi muhit olduğu itikadındadırlar. Bu anlayış, hakikate öbüründen daha yakındır. Allah, hiçbir hükümle mahkûm, hiçbir kayıtla mukayyed, hiçbir ilimle malûm değildir. Onu, malûmların kavrayış hududuna sokarken, her hüküm, ne ve nasıl olursa olsun, yanlıştır. Orası, insan aklı için tükenişten sonraki ufuk ve mutlak gaflet makamıdır; ve orada mutlak bilgisizlikten gayri hiçbir ilme yer yoktur.
Allah kendi mâsivasında (dış âlemde) mevcut her şeyden müstağni, münezzeh ve mücerrettir. Velilik dairesinin merkezi Şah-ı Nakşıbend Hazretleri, göze, kulağa, hisse ve bütün idrak vasıtalarına hitap eden her şeyin O'ndan olduğunu, fakat o olmadığını beyan buyurmuşlardır. Her şey O'ndan, fakat hiçbir şey O değil... Tevhid sırrının en ince noktası işte bu hikmettir.
Hak ehlince öteden beri malûm bulunduğu gibi, ihata ve yakınlık ancak ilmîdir, zatî değildir; ve Allah hiçbir şeyle "ittihad" halinde olamaz. Vücudu vacip olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Bir insan ki, hem kendisini görür, hem de "Hak benim!" der; onunki sadece ve bütün şiddet ve dehşetiyle küfürdür.
Âlemin kendi yaradıcısiyle hiçbir nispeti yoktur. Âlemler, sadece Allah'ın mahlûkları ve O'nun isim ve sıfatlarının tecelli aynalarıdır. " Vahdet-i Vücut" ehlinin vehmettiği gibi, "zahir" ile "mazhar", gölge ile vücut birbirinin aynı değildir; ve en büyük görüş galatı onları birbirine karıştırmaktır. Tevhit iki kısımdır: Şühudî ve vücudî... Şühudî tevhit, şahit olunan her şeydeki delâletin "bir"den başka olmadığını görmektir. Vücudî tevhit ise, mevcudu "bir" bilmek, onun gayrını yok mülâhaza etmek ve yokluğu bile ona bağlamaktır. Böylece vücudî tevhit "ilmelyakîn -ilimle bilinir", şühudî tevhit ise "aynelyakîn - aynen bilinir" kısımdan oluyor. Şühudî tevhit, bizim yolumuzun icaplarındandır. Fena makamı ancak bu tevhit ile gerçekleşebilir ve hakikate "aynelyakîn" ulaşmak, onsuz müyesser olmaz. Zira, "bir" olanı görmek, "bir"in istilâsı zamanında ondan gayrını görmemeyi gerektirir. Fakat vücudî tevhit böyle değildir; zarurî olamaz. Hakikati ilmel yakîn vasıtasiyle görmek, ondan gayrının nefyedilmesini emretmez. Bildiğimiz gibi, "bir" olanın galebe ve istilâsı zamanında "mâsivâ - dış âlem"e ait her türlü ilim, nefyedil-mekle mükellef olur. Meselâ güneşin vücuduna yakîn elde eden bir insan için, güneşi bilmekle başka yıldızları bilmemesi icap etmez. Fakat güneşi aynen gördüğü zaman, ne başka yıldızları görebilir, ne de görmeyi arzular. Ama bilir ki, yıldızlar yok değildir, vardır; sadece örtülü ve güneşin nuruna mağlûp vaziyettedir.
Mâsivâ'yı red ve nefyetmekten ibaret olan vücudî tevhit, akla ve şeriate muhaliftir. Fakat "bir" görmekten ibaret olan şühudî tevhit ana ölçüye tamamiyle uyar. Deminki misale eş olarak, güneş doğarken yıldızları nefyetmek ve yok bilmenin hakikate muhalif olması, fakat görmemenin muvafık olması gibi... O anda nazarı güneşin nuruna nüfuz edecek kadar kuvvetli bir göz olsa, yıldızı güneşten ayrılmış görmez ki, bu da "Hakkelyakîn - Hakikatin içinde erimek" mertebesine çıkmak olur.
Sofî hikâyeleri içinde, şeriatin zahirine muhalif görünen bazı şeyler vardır. Onların sözlerini zahiriyle ele alıp şuurla benimsiyenler küfre düşmüş olabilirler.
Bütün makamlardan geçip "hakkelyakîn" derecesine ulaşanlar, böyle ve buna benzer kelimelerden kaçınırlar ve dinin en büyük sırrı olan itidal haddini tecavüz etmezler.
Zamanımızda bazı sofî müsveddeleri, iç yüzünü anlamadan bu hallere heves göstermişler, vücudî tevhidi bayraklaştırıp ondan başka kemâl tanımaz olmuşlardır. Böylece de hem "aynelyakîn", hem de en ileri derecede olan "hakkelyakîn"den mahrum kalmışlardır. Ve en fecii, sırrını anlamadıkları bazı sözleri, kendi hayallerindeki mânalarla karıştırıp nefsaniyetlerini beslemekte mahzur görmemişlerdir.
Bu, incelerin incesi meselenin ele alınmasındaki sebep şudur ki, zamanımızın insanları kimisi sadece taklit, kimisi bir parça ilim, kimisi biraz zevke bulanmış bilgi, kimisi de doğrudan doğruya küfre kaçan bir meşreple vücudî tevhit eteğine el atmakta müttefiktirler. Her şeyi Haktan ve belki Hakkın ta kendisi bilirler ve gerdanlarını şeriatin boyunduruğundan çıkarırlar. Bunların arasında Mansur ve Bayezit (Bestamî) gibi zatların sözleri malûmdur. Bu gibi hallerde lâzım olan, hemen şühudî tevhide atlayıp muhalefeti üstünden atmaktır. Bu gibi zatların gözünden, düştükleri manevî sarhoşluk dolayısiyle, "mâsivâ - dış âlem" silinir, fakat dâvayı uyanıklık ve şuur haliyle ele alanlar, küfre düşmekten kurtulamazlar. Böylelerinin bağlıları, Allah'a "mutlak meçhul" derler ve onu hiçbir hükümle mahkûm bilmezler; buna rağmen Zatî ihata, yakınlık ve maiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allah'ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir. Doğru olan, Sünnet ve Cemaat Ehli âlimlerinin buyurdukları ilmî ihata ve yakınlıktır. Yani Allah ki, bütün âlemlerden münezzeh ve mücerrettir, âlemleri zatiyle değil, ilmiyle ihata etmiş ve ona yaklaşmıştır. Bazı mânevi hallerin istilâsı ve nihaî murakabe melekesinin kaybolduğu anlarda ağıza alınan "Vahdet-i vücut" dâvası bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhit ifadesinin verâsındaki son hakikati ve bu son hakikatin ulviyetini henüz kavrayabilmiş değildim. Allah'a bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki bu ilmî ve şer'î kanaat zail olmasın; ve ben en ileri keşif noktasından bu kanaati gerçekleştirebileyim.
Nihayet duam kabul olundu, önümde hiçbir hicap kalmadı, hakikat bana olduğu gibi tecelli etti.
Gördüm ki, âlem, sıfatların aynalarından ibarettir ve ilâhî isimlerin zuhur mahallidir. Yoksa "Vahdet-i vücut" ehlinin vehmettiği gibi, "zahir" ile "mazhar" ve "gölge" ile "vücut" birbirinin aynı değildir. Bu nokta öyle derin ve girift bir incelik merkezidir ki, orada çoklarının ayağı kaymış ve çoklarının kalbindeki hissî selâmet bozulmuştur. Bu inceliği bir misal çerçevesi içinde belirtelim: Mücerret bir ilim ve o ilme sahip bir âlim tasarlıyalım! İşte bu ilim ve âlimin kemâllerini zuhur arsasına çıkarmak için icat edilen harfler ve sesler, o mücerret hakikatin aynı olmadığı gibi, aynadaki akisle zat, birbirinin aynı değildir.
Benim için bir derviş, bir şeyhin huzurunda şöyle demiş:
- O, "Vahdet-i vücud"u inkâr eder!
Bana bunu nakleden zat da, bu bahisteki görüşümü anlamak istiyor. Madem ki sual var, cevabına katlanmak lâzım...
Biz, tevhit ehli meşrebi üzerindeyiz. Pederim de zahirde bu meşrep üzerindeydi ve her türlü tarikat ve bâtın kemâllerine ulaşmıştı. Benim yolum da aynı oldu. Ben de aynı meşrepten, ilim ve bâtın vasıtasiyle hissemi aldım.
Allah, beni, sadece fazl ve keremiyle, bir mürşidin eteğine yapıştırdı. Bu mürşitten yolun edeplerini öğrendim. Onun sayesinde en dakik sırları çözebildim. Vücudî tevhit, bana, en mahrem tecellileriyle göründü. Yalnız bir tanesi müstesna... Bu, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin mizaç ve anlayışına bağlı bir incelik ve tecelli beyanıdır.
"Füsus" sahibi (Muhyiddin-i Arabî) Zatî tecelliden bahsetmişler ve onun daha ilerisinde herhangi bir yükselme olmadığını, ötesinin sırf adem (yokluk) olduğunu söylemişlerdir. Şeyh hazretleri, o tecelliye (Zatî tecelli) ve ona bağlı ilme mazhar olanların, velîlikte nihaî dereceye yükselmiş bulundukları kanaatindedir. Nihayet bu tecelli beyanının da iç yüzü bize malûm oldu. O zaman bize öyle bir sekir (manevî sarhoşluk) musallat oldu ki, Şeyh hazretlerinin halini anlamak kolaylaştı. Böylece, en ileri derecede bir manevî sarhoşluk ânının, insanı sürükliyeceği galatlar, nazarımda tamamiyle belirmiş oldu.
"Vahdet-i vücut" ve Zatî tecelli dâvasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakînin yakîni halinde sabittir. Hak ehlince çoktanberi karar verilmiş olduğu gibi, ihata ve yakınlık, ancak ilmîdir; ve Allah hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vacip olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir.

Kaynak:http://www.kitaptakipcileri.com

Son Düzenlenme Pazartesi, 12 Haziran 2017 21:02

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM