Tasavvuf ve Günümüz

Yazan Write on Cuma, 12 Mayıs 2017 Yayınlandığı Kategori Tasavvuf Okunma 3870 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

İmam Gazâlî’nin Savunduğu Tasavvuf İle Günümüz Farkı

Birçoklarının, İmam Gazalî’nin “el-Munkızu min ed-Dalâl” adlı eserinde mutasavvıfları en doğru yol üzerinde topluluk olarak nitelendirmesinden hareketle, günümüz “tasavvufçuları”nın da aynı şekilde görülmeleri gerektiğini düşündüğü biliniyor. Burada gözden kaçırılan nokta şu: İmam Gazalî mutasavvıflardan söz ederken, bugün bizim “tarikat ehli” diye bildiğimiz kitlelerin sahip olduğu özelliklerden daha farklı niteliklere işaret etmektedir.

Nitekim sözkonusu kitapta, doğruyu ve hakkı arama iddiasında olan insanları dört gruba ayırır ve her birinin özelliklerini anlatır. Bu gruplardan birini “Tâlimiye” diye adlandırmaktadır.

Tâlimiye, “tâlim”den, yani “öğretme”den türetilmiş bir kelime.. İmam Gazalî, “Tâlimiye” diye adlandırılan kitlenin özelliği olarak, hakkı öğrenmek ve bilmek için insanın her devirde daima bir öğreticiye ihtiyacının bulunduğu iddialarını aktarmaktadır. Yani bu kitleye göre, “masum bir imam” veya bugünün kavramlarıyla ifade etmek gerekirse, “günahsız, hatasız bir önder”, insanın hakkı bilmesi ve öğrenmesi için şarttır ve kurtuluş ancak onun izinden gitmekle mümkün olabilir.

Gerçek mutasavvıflar içinse, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, bunu lafta bırakmayıp uygulamak, büyük ve küçük demeden bütün günahlardan uzak kalmaya çalışmak, ilmiyle amel etmek, niyetini ve kalbini düzeltmek önemlidir. Günümüz tarikat ehline gelince, önemli bir kısmının, geçmişin mutasavvıflarından ziyade, İmam Gazalî’nin “Tâlimiye” diye adlandırdığı kesime benzediği, tasavvuftan nasiplerinin şeyhlerin konumunu abartmaktan ibaret olduğu, bu konuda aşırılık sergiledikleri açıktır.

İmam Gazalî’nin sufî taifesiyle kimleri kastettiğini anlamak için şu ifadesine dikkat etmek gerekir: “Mezkur ilimleri tetkik ettikten sonra, bütün gücümle sufîlerin yoluna yöneldim ve yollarının ancak ilim ve amelle tamamlandığını anladım.” (el-Gazzâlî, Dalâletten Hidayete, çev. A. S. Furat, İstanbul: Şamil Y., 1972, s. 59)

Buradaki “ilim ve amel” ifadesine dikkat etmek gerekiyor.

Şu ifade de önem taşıyor: “Bu tarîkatın (yolun) tekbiri mesabesinde olan anahtarı, kalbin tamamiyle Allah zikriyle müsteğrak ve sonunda, Allah’ta tamamiyle yok olmasıdır.” (s. 64)

İlimsiz, amelsiz ve zikirsiz tasavvuf, yazısız kitap gibi birşeydir. İlimsiz tasavvuf olmaz, cahilin sofusu ancak şeytanın maskarasıdır.

İmam Gazalî kendi dönemindeki, yani bundan 900 yıl öncesindeki durumu şöyle anlatır: “İnsanlar arasına girmenin üçüncü faydası da, terbiye etmek ve edeb öğrenmektir. Yani insanlar arasına girmekle onların zahmet ve eziyetlerine katlanır ve bu hususta nefis mücahedesi yapar ve bu sayede nefsine ve şeytana galebe çalar.... İşte, geçmiş asırlarda başlangıç böyle idi, fakat şimdi insanlar arasına girmeğe bozuk maksatlar karıştı. Dinin diğer şiarları mihverinden çıktığı gibi, insanlar arasına girmekteki gaye de istikamet kanunundan ayrıldı. Görünüşteki hizmet ve tevazudan maksat, adam çoğaltmak ve servet edinmek oldu....” (İhya, C. 2, çev. A. Serdaroğlu, s. 607.)

İmam Gazalî konuyla ilgili olarak şunları da söylemektedir:

“... Şu kadar ki, zamanımızın mutasavvifesi, batınları fikir zevkinden ve amelin inceliklerinden mahrum olup, tenhalarda Allahü Teala’yı zikirle ünsiyet edemediklerinden ... onlar için inşa edilmiş kervansaray ve tekkelerde dolaşarak, oralarda gelen geçene hizmet edenleri kendilerine bağladılar. Kendi akıl ve dinlerini maskara ettiler. Çünkü iş ve güçleri riya ve gösteriş, şan ve şöhret kazanmak, türlü hilelerle servet edinmektir.... Müridlere faydalı bir terbiye vermez, onları kötülüklerden menetmezler. Yünden ve deriden elbise giyer, tekkelerde keyiflerine bakarlar. Şatahat ve taşkınlık edenlerin bazı yaldızlı sözlerini ezberler, onları okur ve kendilerini söz, kıyafet, seyahat ve görünüşte onlara benzetmeğe çalışır, kendilerini hayır yolunda zannederler.... Tasavvuf tamamen çöküntüye uğradı ve mahvoldu.” (A.g.e., C. 2, s. 635.)

Demek oluyor ki İmam Gazalî’nin mutasavvıflarla ilgili övgü dolu sözleri esas itibariyle kendi zamanından önce yaşamış sufîlerle ilgilidir. Onun şu sözleri de, mutasavvıf olarak kimleri gördüğünü ortaya koymaktadır:

“... sofu, salahın üstünde diğer iyi vasıfları ile dininde adil ve salih kimse demektir.... Şayet fasık sofu diye bir şey düşünülecek olsa, kâfir sofu, fakih yahudi de düşünülebilirdi. Fakih, muayyen bir müslüman demek olduğu gibi, sofu da dininde yalnız kendisiyle adalet hasıl olacak miktar ile iktifa etmeyip, bunun üstünde kendine has bir adalete sahip olan kimsedir.” (A.g.e., C. 2, s. 636.)

Yani burada asıl ölçü herhangi bir şeyhe intisap etmiş olmak veya bir tarikate girmiş bulunmak değil, “salih” olmaktır. Konuya bu açıdan bakıldığında, günümüz tarikat mensuplarının büyük çoğunluğunun aslında mutasavvıf ya da sûfî olmadıkları, bu ismi takınmakla yetindikleri anlaşılır. Bir başka deyişle, günümüz tarikatlarında genellikle tasavvufun ismi var, aslı yoktur.

Konuyla ilgili olarak Kelâbâzî de, tasavvufun ilk temel eserlerinden olan “Ta’arruf”unda, bundan bin yıl öncesi için şöyle demektedir:

“... Daha sonra (bu yola) rağbet azalmış, istek zayıflamış, netice olarak da (tasavvuf yolu) ‘soru-cevap’, ‘kitap-risale’ şekline dönüşmüştür (Yaşanır olmaktan çıkmış, söylenir ve yazılır duruma gelmiştir).... Vaziyet anlatıldığı şekilde devam etti. Nihayet mana gitti, isim kaldı. Hakikat kayboldu, şekil zuhur etti. Sonuç olarak hakikatı aramak bir süs, onu tasdik etmek bir zinet haline geldi. Tasavvuftan anlamayanlar sufîlik iddia etti, sufîlik vasfına haiz olmayanlar tasavvufla süslenmeye özendi. Tasavvufu kabul ettiklerini dilleri ile ikrar edenler, davranışlarıyla bu yolu inkar etti. Tasavvufu halka açıklama durumunda bulunanlar, bu yolun gerçek mahiyetini gizli tuttu, tasavvuftan olmayan şeyleri tasavvufa soktu. Bu yoldan olmayan şeyleri bu yola nisbet etti. Böylece bu yolda hak olanı batıl olarak gösterdi, gerçekten tasavvufu bilenlere cahil adını taktı.... Anlatılan durumun neticesi olarak gönüller tasavvuftan nefret etti, vicdanlar sufîlerden hoşlanmaz oldu....” (Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, 2. b., İstanbul: Dergah Y., 1992, s. 48-49.)

İmam-ı Rabbanî de şöyle demektedir: “... Bu zamanda, kendilerini sofiyeye benzetenler dahi, bu kötü ulema hükmündedir; bunların fesadı da başkalarına sirayet eder.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, s. 164.)

Kuşeyrî (ö. 1072) ise, kendi zamanı için şöyle konuşmaktadır:

“Biliniz ki (Allah’ın rahmeti üzerinize olsun) bu taifeye mensup olan gerçek sufîlerin çoğunun nesli tükenmiştir. Zamanımızda bu zümrenin eserlerinden başka birşey kalmamıştır. Nitekim şu şiir bu hali çok güzel anlatmaktadır:

“ ‘Çadırları onların çadırlarına benziyor, fakat çadırların içinde duran kabilenin kadınlarının, sevgilimin kabilesine ait çadırların kadınlarından başka olduğunu görmekteyim.’

“Bu yolda (tasavvuf yolunda) zamanla bir duraklama ve gevşeme meydana gelmiştir. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete ulaşılan şeyhler vefat edip gitmiş, onların sîretine ve yollarına tabi olan gençler azalmış, vera kaybolmuş, vera sergisi dürülmüş, tamah kuvvetlenmiş, hırsın kökleri ve bağları sağlamlaşmıştır. Dine (şeriat) hürmet hissi kalplerden silinmiştir. Zamanın sufîleri dine karşı kayıtsızlığı menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul etmişler, haram ile helal arasındaki farkı bir tarafa atmışlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı din haline getirmişlerdir....

“Sonra bu çeşit kötü şeyleri yapmaya da razı olmamışlar, hatta bunun da ötesinde en yüksek manevi hallere ve hakikatlere işaret etmişlerdir. Bununla birlikte kulluk boyunduruğundan kurtulup hürriyete sahip olduklarını, Allah’a vuslat halini gerçekleştirdiklerini, daima Hak ile kaim olup fena ehline katıldıklarını, üzerlerinde kendi iradelerinin değil de ilahî hükümlerin yürürlükte olduğunu, nefsaniyetlerinin yok olup fena makamında bulunduklarını, yaptıkları veya terkettikleri şeyler için çekiştirilip azarlanamayacaklarını, ahadiyyet sırlarının kendilerine keşfolunduğunu, cismanî varlıklarının tamamen alındığını, üzerlerinde beşerî hükümlerin kalktığını, fenaya erdikten sonra samedaniyyet nurlarıyla baki olduklarını, konuştukları zaman söyleyenin başkası olduğunu, tasarruflarında veya tasarruf olundukları şeylerde kendileri değil, kendilerinin yerine başkasının naib olduğunu iddia etmişlerdir." (Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Hoca Sadeddin Efendi, İstanbul: Yasin Yayınevi, 2003, s. 19-21.)

Son Düzenlenme Pazartesi, 12 Haziran 2017 22:16
Bu kategorideki diğerleri: « Osman CEYHAN Kâdim Bilgelik »

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM