Ego Nedir ?

Yazan Write on Perşembe, 11 Mayıs 2017 Yayınlandığı Kategori Tasavvuf Okunma 2108 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

Ego Nedir?
Ego senin gerçek özünün tam tersidir. Ego sen değilsin. Ego toplumun yaratmış olduğu ve senin bu sayede oyuncakla oynamaya devam edebildiğin ve asla gerçek şeyi sormadığın bir kandırmacadır. Bu yüzden ben egonu bırakmadığın sürece asla kendini bilemeyeceğin konusunda ısrar ediyorum.

Doğduğun zaman hakiki benliğine sahiptin. Sonra sahte bir benlik yaratmaya başladılar: Sen Hıristiyansın, sen Katoliksin, sen beyazsın, sen Almansın ve sen Tanrının seçilmiş ırkısın, senin dünyayı yönetmen lazımve bunun gibi pek çok şey. Senin kim olduğunla ilgili sahte bir fikir yaratıyorlar. Sana bir isim veriyorlar ve bu ismin etrafında hırslar, şartlanmalar yaratıyorlar.

Ve yavaş yavaş —çünkü bu neredeyse hayatının üçte birini alır — yavaş yavaş onlar okul aracılığıyla, kilise, kolej, üniversite aracılığıyla egon üzerinde çalışırlar. Üniversiteden çıktığında masum varlığını tamamıyla unutmuş olursun. Artık senin altın madalyalı, birinci sınıf, üniversitenin en başarılısı olmuş çok büyük bir egon vardır. Artık sen dünyaya adım atmaya hazırsın.

Bu ego her türlü arzuya, hırsa sahiptir, her şeyin her zaman zirvesinde olmak ister. Sen bu ego tarafından kullanılıyorsun. Ve bu asla sana hakiki, gerçek benliğin hakkında en küçük bir ipucuna dahi izin vermez ve senin hayatın kendi hakikatinin içindedir. Bu yüzden bu ego sadece mutsuzluk, acı, kavga, hayal kırıklığı, delilik, intihar, cinayet; her türden suçu üretir.

Hakikati arayan birisi tam bu noktadan başlamalıdır: Ne zaman toplum tarafından bir şey olduğun söylenirse ondan kurtul. Kesinlikle sen o değilsin. Çünkü senin dışında hiç kimse senin kim olduğunu bilemez: Ne anne baban, ne öğretmenlerin, ne de din adamların. Senin dışında hiç kimse kendi varlığının mahremiyeti içine giremez. Bu yüzden seni hiç kimse tanımıyor; senin hakkında ne söylerlerse söylesinler hepsi yanlış.

Onu bir kenara fırlat. Tüm egoyu paramparça et. Egoyu yok ederek, kendi özünü keşfedeceksin. Ve bu keşif mümkün olan en muhteşem keşiftir çünkü o mutlak saadete doğru, sonsuz hayata doğru bütünüyle yeni, kutsal bir yolculuktur.

Seçebilirsin: Ya hayal kırıklığı, acı, mutsuzluk; o zaman egoya tutunmaya, onu beslemeye devam et. Yahut huzur, sükûnet, saadet. Fakat o zaman masumiyetini yeniden kazanmak zorundasın.

Çocuk Bir Ego İle Doğmaz

Çocuk bir ego ile doğmaz. Ego toplum, din, kültür tarafından öğretiliyor. Küçük bebekleri gözlemlemiş olmalısın: Onlar "Karnım aç" demezler. Şayet bebeğin adı Bob ise o, "Bob'un karnı aç, Bob tuvalete gitmek istiyor" der. Onun 'ben' duygusu yoktur. O kendisini de üçüncü şahıs olarak niteler. Bob insanların ona seslendikleri bir şeydir, bu yüzden o da kendisine Bob der. Ancak bir gün gelir…o büyüdükçe ona bunun doğru olmadığını öğretmeye başlarsın. "Bob başkalarının sana taktığı bir isimdir; kendine Bob demekten vazgeçmelisin. Sen ayrı bir kişiliksin, sen kendine 'ben' demeyi öğrenmek zorundasın."

Bob'un 'ben' haline geldiği gün o, varlığının hakikatini yitirir. Ve yanılsamaların dipsiz karanlık kuyusuna düşer. Bir kez o, kendisine 'ben' dediğinde bütünüyle farklı bir enerji işlemeye başlar. Artık 'ben' gelişmek ister, o büyümek ister; o şunu ister, o bunu ister. O hiyerarşi dünyasında yükselmek ve yükselmek ister. O daha büyük bir tahakküm alanı ister.

Şayet birisinin senden daha büyük bir 'ben'i varsa bu sende aşağılık kompleksi yaratır. Sen herkesten üstün, herkesten kutsal, herkesten büyük olmak için her türlü çabaya girişirsin. Artık tüm yaşamın —aslında hiç var olmayan— bir tek aptalca şeye adanmıştır. Sen bir hayalin peşindesin. Devam edip duracaksın, 'ben'ini daha büyük ve daha büyük yapacaksın. Ve bu neredeyse tüm problemlerini yaratır.

Büyük İskender'in dahi çok büyük sorunları vardı. Onun içindeki 'ben' dünyanın fatihi olmak istedi. Ve o neredeyse tüm dünyayı fethetti. 'Neredeyse' dememin iki nedeni var. Onun zamanında dünyanın yarısı bilinmiyordu, Amerika bilinmiyordu. İkincisi ise o Hindistan'a girdi fakat Hindistan'ı fethedemedi; sınırdan geri dönmek zorunda kaldı.

O çok yaşlı değildi sadece otuz üç yaşındaydı. Ancak bu otuz üç yılda o yalnızca savaşıyor, savaşıyor, savaşıyordu. Hasta olmuştu, savaştan, öldürmekten, katliamdan, kandan sıkılmıştı. Eve dönüp dinlenmek istedi ve bu bile yerine getirilemedi. Atina'daki evine ulaşamadı. Atina'ya ulaşması beklenenden bir gün önce sadece bir gün önce öldü; Atina sadece yirmi dört saat uzaktaydı.

Fakat onun hayatının tüm deneyimi —zenginleşmek, büyümek, daha çok ve daha çok iktidar— ve aynı zamanda son derece çaresiz hissetmek, ölümünü yirmi dört saat dahi erteleyememek... Ve o, annesine dünyayı fethettikten sonra gelip tüm dünyayı onun ayaklarının önüne bir armağan olarak sunacağına dair söz vermişti.

Hiçbir oğul hiçbir anneye daha önce bunu yapmamıştı. Bu yüzden onun yapacağı şey kesinlikle bulunmaz bir şeydi.

Fakat o, en iyi doktorlarla çevrili olmasına rağmen çaresiz hissetti. "Hayatta kalamazsın. Bu yirmi dört saatlik yolculuk...öleceksin. Burada dinlenmen daha iyi, belki bir şansın olabilir. Fakat hareket etme. Dinlensen bile çok şansın olduğunu sanmıyoruz; ölmek üzeresin. Evine değil ölümüne; eve değil mezarına yaklaşıyorsun giderek.

Ve biz yardım edemeyiz. Hastalıkları iyileştirebiliriz, ölümü iyileştiremeyiz. Ve bu bir hastalık değil. Sen neredeyse bitmiş bir kartuş gibisin. Otuz üç yılda tüm yaşam enerjini şu ülkeyle, bu ülkeyle savaşarak tüketmişsin. Hayatını tüketmişsin. Bu hastalık değil, bu sadece yaşam enerjinin tükenmiş olması ve o boşuna harcanmış" dediler.

İskender çok zeki bir adamdı. O büyük düşünür ve mantıkçı Aristo'nun öğrencisi idi; Aristo onun özel hocasıydı. O başkente ulaşmadan önce öldü. Ölümünden önce başkumandanına şöyle dedi: "Bu benim son arzum ve bu yerine getirilmek zorundadır." Onun son arzusu neydi? Çok garip bir istekti. Onun istediği şey, "Tabutumu mezara taşırken iki elimi tabuttan dışarıya sarkar halde tutun."

Başkumandan şöyle sordu, "Bu nasıl bir istek? Eller her zaman tabutun içinde tutulur. Bir tabutun eller dışarı sarkar halde mezara taşındığı duyulmuş şey değil."

İskender, "Sana açıklayacak kadar çok nefesim yok ama kısaca söyleyeyim, dünyaya boş ellerle gittiğimi göstermek istiyorum. Giderek daha büyüdüğümü, daha zenginleştiğimi zannediyordum. Fakat aslında giderek daha çok yoksullaşıyordum. Doğduğumda hayata avuçlarımda bir şey tutuyormuşum gibi yumruklarım kapalı gelmişim. Şimdi ölüm anında yumruğum sıkılı gidemiyorum" dedi.

Yumruğunu sıkılı tutmak için hayata, biraz enerjiye ihtiyacın vardır. Hiçbir ölü insan yumruğunu sıkılı tutamamıştır. Onları kim sıkacak? Ölü bir insan artık orada değildir, tüm enerji gitmiştir; eller kendiliğinden açılır.

"Herkesin Büyük İskender'in ellerinin boş olarak, sadece bir dilenci olarak öldüğünü bilmesini sağlayın."

Fakat ben hiç kimsenin bu boş ellerden bir şey öğrendiğini görmüyorum çünkü İskender'den sonra insanlar aynı şeyi başka şekillerde yapmaya devam ettiler.

İnsanın egosu onun tüm problemlerinin, tüm savaşlarının, tüm çatışmalarının, tüm kıskançlıklarının, korkusunun, depresyonunun kaynağıdır. Kişinin kendisini bir başarısızlık olarak hissetmesi, sürekli olarak başkaları ile kıyaslaması herkesi incitir. Ve çok derin bir şekilde incitir çünkü sen her şeye sahip olamazsın.

Birisi senden daha güzeldir, bu incitir; birisi senden daha çok paraya sahiptir bu incitir; birisi senden daha bilgilidir, bu incitir. Seni incitecek milyonlarca şey vardır. Ama sen seni incitenin bu şeyler olmadığını bilmiyorsun çünkü onlar beni incitmiyor. Onlar seni egon yüzünden incitiyor.

Ego, kendisinin insan yapımı olduğunu, toplum tarafından seni gölgelerin peşinden koşturmak, onları takip ettirmek için yaratılmış yapay bir araç olduğunu gayet iyi bilerek sürekli korkudan titrer.

Egonun bu; yükseğe ve daha yükseğe erişme oyunu politikadır.

Ego ve onun oyunları...evlilik onun oyunudur, para onun oyunudur, güç onun oyunudur. Tüm oyunlar egonun oyunudur. Toplum şu ana kadar oyunlar oynar halde kalmıştır; bu dünyanın her tarafında sürekli devam eden bir olimpiyattır. Herkes yukarıya doğru mücadele ediyor ve diğer herkes onu bacaklarından aşağı çekiyor çünkü Everest'in zirvesinde hepinizin duracağı kadar yer yok.

Bu ölümüne bir rekabet. Ve bu senin için o kadar önemli hale gelir ki egonun senin içine toplum tarafından, öğretmenler tarafından yerleştirildiğini tamamen unutursun. Anaokulundan üniversiteye kadar onlar ne yapar: Egonu güçlendirirler. Daha çok ve daha çok unvanlar ismine eklenmeye devam eder ve sen daha büyük ve daha büyük ve daha büyük hissetmeye başlarsın.

Ego senin hakikat olarak kabul ettiğin en büyük yalandır. Ancak menfaat grupları son derece onun yanındadır çünkü şayet herkes egosuzluğun farkına varırsa dünyanın her yerinde sürmekte olan bu olimpiyatlar basitçe duracaktır. Hiç kimse Everest'e tırmanmak istemeyecektir, onlar nerede olurlarsa olsunlar tadını çıkaracaklardır. Onlar zevk alacaklardır.

Ego seni beklemede tutar: Yarın başarılı olduğunda keyif alacaksın. Bugün tabii ki acı çekmek zorundasın, fedakârlık yapmak zorundasın. Eğer başarılı olmak istiyorsan bugünü feda etmek zorundasın. Başarıyı hak etmelisin ve bunun için sen her türlü jimnastiği yapıyorsun. Ve bunun için sadece birazcık acı çekmen yeterli ve sonra kutlama olacak. Fakat bu yarın asla gelmez. O asla gelmemiştir.

Yarın sadece, asla gelmeyen demektir. O yaşamayı ertelemektir. O seni acı çeker halde tutmak için güzel bir stratejidir.

Ego şimdiki zamanda keyif alamaz. O şimdiki zamanda var olamaz; o yalnızca —var olmayan— gelecek zamanda, geçmişte var olabilir. Geçmiş artık yoktur, gelecek henüz gerçekleşmemiştir; her ikisi de yoktur. Ego sadece var olmayan ile var olabilir. Çünkü onun kendi varlığı mevcut değildir.

Şimdiki zamanda, anın saflığında, içinde hiç ego bulamayacaksın; sadece sessiz bir mutluluk, sessiz ve saf hiçlik.

Ayrı bir merkez fikri egonun kökenidir. Bir çocuk doğduğunda kendisine ait bir merkezi olmadan gelir. Annesinin rahminde dokuz ay boyunca o, annesinin merkezini kendi merkezi olarak yaşar; o ayrı değildir. Sonra o doğar. Ondan sonra kişinin ayrı bir merkez olarak kendisini düşünmesi faydalı bir şeydir; aksi taktirde hayat çok zorlaşacak, neredeyse imkânsız olacaktır.

Hayatta kalmak ve yaşam mücadelesinde ayakta kalmak için herkesin kim olduğuna ilişkin belli bir fikre sahip olmaya ihtiyacı vardır. Ve hiç kimsenin hiçbir fikri yoktur. Aslında hiç kimse hiçbir zaman herhangi bir fikre sahip olamaz çünkü özünün en derininde sen bir gizemsin. Onun hakkında bir fikrin olamaz. Özünün en derininde sen bir birey değilsin, sen evrenselsin.

Bu nedenle eğer Budaya, "Sen kimsin?" diye sorarsan sessiz kalır. Onu yanıtlamaz. Bunu yapamaz çünkü artık o ayrı değildir. O bütündür. Ancak günlük hayatta Buda bile 'ben' sözcüğünü kullanmak zorundadır. Susarsa, "Susadım, Ananda bana biraz su getir, ben susadım" demek zorundadır. Bu yüzden o, eskiden anlamlı olan 'ben' sözcüğünü kullanmaya devam eder. O çok anlamlıdır; bir kurmaca bile olsa o hâlâ anlamlıdır. Fakat pek çok kurmaca anlamlıdır.

Örneğin senin bir ismin var, bu bir kurmacadır. Sen bir ismin olmadan geldin, beraberinde bir isim getirmedin, isim sana verildi. Ondan sonra devamlı tekrar ile onunla özdeşleşmeye başladın. Fakat o bir kurmacadır.

Fakat ben o bir kurmacadır dediğimde onun gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum. O gerekli bir kurmacadır, o kullanışlıdır. Aksi taktirde insanlara nasıl hitap edeceksin. Birisine bir mektup yazmak istersen kime yazacaksın.

Bir seferinde küçük bir çocuk Tanrıya bir mektup yazmıştı. Annesi hastaydı ve babası ölmüştü ve hiç paraları yoktu. Bu yüzden o da Tanrı'dan elli rupi istemişti.

Mektup postaneye ulaştığında ne yapacaklarını şaşırdılar; bunu kime göndereceklerdi? Nereye göndereceklerdi? O sadece Tanrıya gönderilmişti. Bu yüzden açtılar. Çocuk için çok üzüldüler ve biraz para toplayıp ona gönderdiler. Onlar biraz para toplamışlardı; çocuk elli rupi istemişti ama onlar sadece kırk toplayabilmişlerdi.

Yine Tanrıya gönderilmiş olan diğer mektup geldi ve çocuk şöyle yazmıştı: "Sevgili Efendim, lütfen bir dahaki sefere para gönderdiğinde bana doğrudan gönder, postane aracılığıyla gönderme. Onlar kendi komisyonlarını, on rupiyi almışlar."

Şayet hiç kimsenin ismi olmazsa çok zor olacaktır. Her ne kadar gerçekte hiç kimsenin bir ismi olmasa da hâlâ o güzel bir kurmacadır, faydalıdır, isimler başkalarının sana hitap etmesi için gereklidir, 'ben' kendini isimlendirmek için gereklidir. Ama o sadece bir kurgudur. Eğer kendi derinine inersen ismin kaybolduğunu, 'ben' fikrinin kaybolduğunu göreceksin; orada sadece salt bir oluş, varlık, öz kalır.

Ve bu öz ayrı değildir, o senin ve benim değildir; bu öz her şeyin özüdür. Kayalar, nehirler, dağlar, ağaçlar hepsi içindedir. O her şeyi içerir, o hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz. Tüm geçmiş, tüm gelecek, bu muazzam evren, her şey onun içerisindedir. Kendi içinde ne kadar derine inersen, kişilerin var olmadığını, bireylerin var olmadığını o kadar çok göreceksin. O zaman var olan şey saf bir evrenselliktir. Yüzeyde bizim isimlerimiz, egolarımız, kimliklerimiz var. Yüzeyden merkeze doğru sıçradığımızda tüm bu kimlikler yok olur.

Ego kullanışlı bir kurmacadır. Onu kullan fakat onun seni kandırmasına izin verme.

Her zaman egomuz aracılığıyla mı eylemde bulunuyoruz yoksa ondan özgür olduğumuz anlar da var mıdır?

Ego bir kurmaca olduğu için ondan özgür olduğun anlar vardır. O bir kurgu olduğundan sadece sen onu desteklediğin sürece var olabilir. Kurmaca bir şeye çok özen göstermek gerekir. Hakikatin hiçbir çabaya ihtiyacı yoktur, hakikatin güzelliği budur. Fakat bir kurmaca? Sürekli onu boyamak, ona şuradan ya da buradan destek olmak zorundasın. Ve o buna rağmen sürekli çöker. Bir tarafı desteklemeyi başarana kadar, diğer taraf çökmeye başlar.

Ve insanların tüm yaşamları boyunca yapmayı sürdürüp durdukları şey budur: Kurmaca olanı hakikatmiş gibi göstermeye çalışmak. Çok paraya sahip ol, o zaman daha büyük bir egon olabilir, yoksul adamdan biraz daha katı bir ego. Fakir adamın egosu incedir; o kalın bir egonun bedelini ödeyemez. Bir ülkenin başbakanı ya da başkanı ol ve senin egon en uç noktaya kadar şişer. O zaman ayakların yere basmaz.

Tüm hayatımız, güç, prestij, para, şu ve bu arayışımız bir şekilde bu kurmacayı sürdürebilmek için yeni bir destek arayışı, yeni bir payanda arayışından başka bir şey değildir.

Ve her zaman sen ölümün geldiğini biliyorsun. Ne yaparsan yap ölüm onu yok edecektir. Fakat yine de kişi umuda karşı umut beslemeye devam eder; belki diğer herkes ölebilir ama sen değil.

Ve aslında bir anlamda bu doğrudur. Her zaman sen diğer insanları ölürken görmüşsündür, asla kendini ölürken görmemişsindir. Bu yüzden o, doğruymuş, mantıklıymış gibi gözükür. Şu kişi ölür, bu kişi ölür ve sen asla ölmezsin. Sen her zaman onlar için üzülürsün, sen her zaman onlara elveda demek için mezarlığa gidersin ve sonra yeniden eve dönersin.

Bu seni kandırmasın çünkü tüm bu insanlar da aynı şeyi yapıyordu. Ve hiç kimse istisna değildir. Ölüm gelir ve senin isminin, senin şanının tüm kurmacasını yok eder. Ölüm gelir ve basitçe her şeyi siler; ayak izleri bile kalmaz. Hayatımız aracılığıyla yaptığımız şey her ne olursa olsun suyun üzerine yazı yazmaktan başka bir şey değildir; kuma bile değil suyun üzerine. Henüz sen onu yazmadın bile ve o kayboldu. Onu okuyamazsın bile; sen onu okuyana kadar o gitmiştir.

Fakat biz bu şatoları boşluğa kurmak için çabalamayı sürdürürüz. Bu bir kurmaca olduğu için onun sürekli olarak ayakta tutulmaya, sürekli çabaya gece ve gündüz ihtiyaç vardır. Ve hiç kimse yirmi dört saat boyunca bu kadar dikkatli olamaz. Bu nedenle sana rağmen, egonun bir engel olarak iş görmediği anlarda gerçekliği anlık olarak fark ettiğin zamanlar olur. Egonun kafesinin olmadığı anlar vardır; sana rağmen, unutma. Herkesin arada bir böyle anları vardır.

Örneğin her gece derin uykuya daldığın zaman ve uyku rüya dahi göremeyeceğin kadar derin olduğunda, o zaman ego artık bulunmaz; tüm kurmacalar gitmiştir. Derin, rüya görülmeyen uyku bir tür küçük ölümdür. Rüyanın olmadığı uykuda ego tamamıyla kaybolur çünkü düşünce yokken, rüya yokken nasıl bir kurmacayı taşıyacaksın. Fakat rüyasız uyku çok azdır. Sekiz saatlik sağlıklı uykuda iki saatten fazla değildir. Fakat sadece bu iki saat yeniden yaşam enerjisini tazeler. Eğer iki saat rüyasız derin uyku alırsan sabahleyin yeni, taze, canlı olursun. Hayat yeniden heyecana sahiptir, yeni gün bir armağan gibi gelir. Her şey yeni gelir çünkü sen yenisin. Ve her şey güzel gelir çünkü sen güzel bir haldesin.

Bu derin uykuya daldığın iki saatte —Patanjali (ve yoganın) sushupti dediği rüyasız uyku— ne olmuştur? Ego kayboldu. Ve egonun kaybolması seni yeniden canlandırdı, yeniden tazeledi. Egonun kaybolmasıyla, derin bilinçsizliğin içinde bile olsan Tanrı'nın tadına baktın. Patanjali sushupti, rüyasız uyku ile samadhi, budalığın değişmez hali arasında büyük bir fark yoktur der. Büyük bir fark olmasa da yine de bir fark vardır. Bu fark bilinçliliktir. Rüyasız uykuda sen bilinçsizsin, samadhi'de sen bilinçlisin fakat ikisi aynı haldir. Sen Tanrıya gidersin, sen evrensel merkeze gidersin. Sen çeperden kaybolur ve merkeze gidersin. Ve sadece merkezle bu temas seni yeniden canlandırır.

Ego bir kurmaca olduğu için arada bir kaybolur. En uzun zaman rüyasız uykudadır. O nedenle uykuya çok değer ver; onu hiçbir şekilde kaçırma.

En büyük ikinci egosuzluk deneyimi sekstir. Bu din adamları tarafından mahvedilmiştir; onlar onu ayıplamıştır. Bu yüzden artık o, çok da müthiş bir deneyim değildir. Bu kadar uzun süredir böylesi bir ayıplama insanların zihinlerini şartlandırmıştır. Sevişirken dahi onlar içten içe yanlış bir şey yaptıklarını biliyorlar. Suçluluk bir yerlerde pusuda yatıyor. Ve bu en modern, en çağdaş hatta en genç kuşakta bile böyledir.

Yüzeyde sen topluma başkaldırmış olabilirsin, yüzeyde artık sen uyumlu olmayabilirsin. Fakat bazı şeyler çok derine inmiştir; bunun yüzeyde başkaldırmış olmakla bir alakası yoktur. Saçını uzatabilirsin, bunun pek bir faydası olmayacaktır. Bir hippi olup yıkanmaya bir son verebilirsin, bunun bir faydası olmayacak. Aklına gelebilecek ve hayal edebileceğin her şekilde kendini toplumdan kopartabilirsin fakat bunun gerçekte bir faydası olmaz çünkü bazı şeyler çok çok derine inmiştir. Ve bunların hepsi çok yüzeysel ölçütlerdir.

Binlerce yıldır bize seksin en büyük günah olduğu söylenmiştir. O bizim kanımızın, kemiğimizin ve iliğimizin bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle bilinçli olarak onda yanlış hiçbir şey olmadığını bilsen bile bilinçaltı seni korkar halde, biraz mesafeli ve suçluluk duyguları içerisinde tutar. Ve sen onun içine tam olarak giremezsin.

Şayet sevişmenin içine bütünüyle girebilirsen ego ortadan kalkar. Çünkü en yüksek zirvede, sevişmenin en yüksek doruğunda sen saf enerjisindir. Zihin iş göremez. O öylesine büyük bir enerji yükselmesidir ki zihin kendini kaybeder, o şimdi ne yapacağını bilemez. O normal durumlarda mükemmel bir şekilde işlevini sürdürmeye devam edebilir fakat ne zaman çok yeni ve çok yaşamsal bir şey olursa durur. Ve seks en yaşamsal şeydir.

Şayet sen sevişmenin içerisine derinlemesine girebilirsen ego ortadan kaybolur. Sevişmenin güzelliği budur, bu Tanrı’yı anlık olarak fark etmenin diğer bir kaynağıdır; tıpkı derin uykudaki gibidir fakat çok daha değerlidir çünkü derin uykuda bilinçsiz olacaksın. Sevişmede bilinçli olacaksın; bilinçli ama yine de zihinsiz.

Böylelikle Tantra'nın muazzam bilimi mümkün hale gelir. Patanjali ve yoga derin uyku çizgisi üzerinde çalışmıştır; onlar derin uykuyu bilinçli bir hale dönüştürme yolunu seçmiştir. Böylelikle sen kim olduğunu bilirsin, böylelikle sen merkezde ne olduğunu bilirsin. Tantra sevişmeyi Tanrıya doğru açılan bir pencere olarak seçmiştir.

Yoganın yolu çok uzundur çünkü bilinçaltı uykuyu bilince dönüştürmek çok çetindir; o pek çok hayat sürebilir...

Fakat Tantra çok daha kısa, en kısa ve aynı zamanda çok çok daha zevkli olan yolu seçmiştir. Sevişmek pencereyi açabilir. Yapılması gereken tek şey din adamlarının senin içine yerleştirmiş olduğu şartlandırmaları söküp atmaktır. Din adamları senin içine bu koşullanmaları yerleştirmiştir böylelikle onlar seninle Tanrı arasındaki arabulucu ve temsilci haline gelebilirler, böylelikle senin doğrudan temasın kesilmiştir. Doğal olarak seni temasa geçirecek başka birisine ihtiyaç duyarsın. Ve din adamı güçlenir. Ve din adamı çağlar boyunca güçlü olmuştur.

Kim seni güç ile, gerçek güç ile temasa geçirebilirse kudretli hale gelecektir. Tanrı gerçek güçtür, tüm güçlerin kaynağıdır. Din adamları çağlar boyunca çok güçlü olarak kalmışlardır; krallardan daha güçlüdürler. Artık bilim adamı din adamının yerini almıştır. Çünkü artık o, doğada saklı kalmış güçlerin kapılarını açmayı biliyor. Din adamı seni Tanrı ile temasa geçirmeyi biliyordu, bilim adamı seni doğa ile temasa geçirmeyi biliyor. Ancak din adamı öncelikle senin temasını kesmek zorundadır ki bu sayede seninle Tanrı arasında özel bir hat olmasın. O senin içindeki kaynakları mahvetmiştir, onları zehirlemiştir. O çok güçlü hale gelmiştir. Fakat tüm insanlık sevgisiz, ruhsuz, suçluluk duyguları ile dolu hale gelmiştir.

Bu suçluluk duygusundan bütünüyle vazgeçmelisin. Sevişirken aklına duayı, meditasyonu, Tanrı'yı getir. Sevişirken tütsüler yak, ilahiler söyle, dans et, şarkılar söyle. Yatak odan bir tapınak, kutsal bir saray olsun. Ve sevişmek acele ile yapılan bir şey olmamalı. Onun derinine in; mümkün olduğunca zarif ve yavaş bir şekilde onun tadını çıkart. Ve şaşıracaksın; anahtara sahipsin. Tanrı seni anahtarsız göndermemişti. Fakat bu anahtarlar kullanılmak zorunda, anahtarı kilide sokman ve çevirmen gerekir.

Sevgi egonun kaybolduğu ve senin bilinçli, tamamıyla bilinçli olduğun, nabzının attığı, titreştiği en yüksek potansiyele sahip olan diğer olgudur. Sen artık bir birey değilsin, sen bütünün enerjisinin içinde kayboldun.

Sonra, yavaş yavaş bunun yaşam tarzın olmasına izin ver. Sevginin doruğunda olan şeyin senin disiplinin haline gelmesi gerekir; sadece bir deneyim değil bir disiplin. O zaman ne yaparsan yap ve nereye yürürsen yürü...sabahın erken saatlerinde güneş doğarken aynı duyguya sahip ol, varoluşla aynı şekilde kaynaş. Toprağın üzerinde uzanırken yıldızlarla dolu gökyüzü yine aynı bütünleşmeye sahiptir. Toprağın üzerinde yatarken yeryüzü ile bir hisset. Yavaş yavaş sevişmek sana varoluşun kendisine nasıl âşık olunacağının ipuçlarını vermelidir. Ve o zaman ego bir kurmaca olarak tanınır, bir kurmaca olarak kullanılır. Ve şayet onu bir kurmaca olarak kullanırsan bir tehlike yoktur.

Egonun kendiliğinden kayıp gittiği birkaç an daha vardır. Büyük tehlike anlarında: Araba kullanıyorsun ve ansızın bir kazanın olacağını görüyorsun. Arabanın kontrolünü kaybettin ve kurtulacağın bir olasılık gözükmüyor. Ağaca ya da gelmekte olan kamyona çarpacaksın ya da nehre uçacaksın, bu kesinlikle böyle olacak. Böyle anlarda ego ansızın kaybolacaktır.

Bu yüzden tehlikeli durumlara yönelmenin çok büyük cazibesi vardır. İnsanlar Everest'e tırmanır. Onlar bunu anlamış olsa da olmasa da bu derin bir meditasyondur. Dağcılık çok önemlidir. Dağlara tırmanmak tehlikelidir; ne kadar tehlikeli ise o kadar güzeldir. Egosuzluğun anlık tecrübelerini muhteşem bir şekilde yaşayacaksın. Ne zaman tehlike çok yakınsa zihin durur. Zihin sadece sen tehlikede değilken düşünebilir; onun tehlike halinde söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. Tehlike seni anın içinde tutar. Ve anın içindeki bu kendiliğindenlikte ansızın sen ego olmadığını bilirsin.

Veya —bu farklı insanlar içindir çünkü insanlar farklıdır— şayet senin estetik bir kaygın varsa o zaman güzellik kapıları açacaktır. Sadece güzel bir kadının yahut güzel bir erkeğin yanından geçtiğini görmek, sadece tek bir güzellik parıltısı ve ansızın ego kaybolur. Sen kendinden geçersin.

Yahut su birikintisinde bir nilüfer görmek veya bir gün batımı ya da kanatlanmış bir kuş görmek; içsel duyarlılığını tetikleyen herhangi bir şey, o kadar derinlemesine seni bir anlığına ele geçiren bir şey ki kendini unutursun, hem varsın hem de yoksun, kendinden vazgeçersin: O zaman da ego kayıp gider. O bir kurmacadır; onu taşımak zorundasın. Onu bir anlığına unutursan kayıp gider.

Ve onun kayıp gittiği ve hakiki olanın ve gerçeğin anlık deneyimlerine sahip olduğun bazı anlar olması iyi bir şeydir. Bu anlık tecrübeler sebebi ile din henüz ölmemiştir. Bunun nedeni din adamları değildir. Onlar onu öldürmek için her şeyi yapmışlardır. Bunun sebebi kiliseye ve camiye ve tapınağa giden sözde dindarlar değildir. Onlar dindar bile değillerdir, onlar öyleşmiş gibi yaparlar.

Din, az ya da çok herkesin başına gelen bu birkaç an yüzünden ölmemiştir. Onların daha çok farkına var, bu anların ruhunu daha çok özümse, bu anlara daha çok izin ver, bu anların daha çok gerçekleşmesi için alan yarat. Tanrı'yı aramanın hakiki yolu budur. Egonun içinde olmamak Tanrı'nın içinde olmaktır.

Senin içinde üç tane sen var: Birinci sen kişiliktir. Kişilik (personality) sözcüğü Yunanca 'persona' kökünden gelir. Antik Yunan tiyatrosunda maske kullanırlardı ve ses maskeden gelirdi. 'Sona' ses, insan sesi anlamına gelir ve 'per' maskenin içinden demektir. Gerçek yüzü, gerçek aktörü tanımıyorsun. Bir maske var ve maskenin içinden ses geliyor. Maskeden geliyor gibi gözükür ve sen gerçek yüzü tanımıyorsun. Kişilik (personality) güzel bir sözcüktür, o Yunan tiyatrosundan gelir.

Ve olan şey budur. Yunan tiyatrosunda sadece bir tane maskeleri vardı. Senin ise tıpkı bir soğanın katmanları gibi maskelerinin üzerinde pek çok maskelerin vardır. Bir maskeni kenara koysan başka bir tanesi vardır, onu da kaldırsan diğeri vardır. Ve sen kazımaya ve kazımaya devam edebilirsin. Ve kaç tane yüz taşıdığını bilmek seni şaşırtacaktır. Kaç tane! Hayatlardır onları topluyorsun. Ve onların hepsi kullanışlıdır çünkü pek çok kez değiştirmen gerekir.

Hizmetçinle konuşuyorsun, patronunla konuşurken sahip olduğun yüzü taşıyamazsın. Ve her ikisi de aynı odada olabilir: Hizmetçiye baktığında bir maskeyi kullanmak zorundasın. Ve patronuna baktığında ise başka bir maskeyi kullanmak zorundasın. Sen sürekli değişirsin. Bu neredeyse otomatik hale gelmiştir: Senin değiştirmene gerek yok kendiliğinden değişir. Patrona bakarsın ve gülümsersin. Ve hizmetçiye bakarsın ve gülümseme kaybolur ve sen sertsin; patronunun sana olduğu kadar sertsin. O kendi patronuna baktığında gülümser.

Tek bir anda yüzünü pek çok kez değiştiriyor olabilirsin. Kişi kaç tane yüzü olduğunu bilmek için çok çok uyanık olmalıdır. Sayısız. Sayılamazlar.

Bu birinci sensin, sahte sen ya da ona ego de. O sana toplum tarafından verilmiştir, o sana toplumun bir armağanıdır; politikacının ve din adamının ve ebeveynin ve pedagogun. Onlar sana hayatını yumuşatmak için pek çok yüz vermiştir. Onlar senin hakikatini senden almıştır, onun yerine sana sahtesini vermiştir. Ve bu sahte yüzler nedeniyle sen kim olduğunu bilmiyorsun. Sen bilemezsin çünkü yüzler o kadar hızla değişiyor ve o kadar çoklar ki sen kendine güvenemezsin. Sen tam olarak hangi yüzün senin olduğunu bilmiyorsun. Aslında bu yüzlerin hiçbirisi sen değilsin.

Ve Zen insanları der ki, "Kendi orijinal yüzünü bilmediğin sürece Buda'nın ne olduğunu bilemeyeceksin. " Çünkü Buda senin orijinal yüzündür.

Sen bir Buda olarak doğdun ve sen bir yalanı yaşıyorsun.

Bu senin yüzün değildir; o sana başkaları tarafından verilmiştir, sen onun için koşullandırılmışsındır. Ve sana sorulmamıştır, senden bu istenmemiştir. Bu sana şiddetle, kaba kuvvetle dayatılmıştır.

Tüm anne babalar saldırgandır ve tüm eğitim sistemleri saldırgandır çünkü onlar seni dikkate almazlar. Onların değişmez doğru olarak kabul ettikleri fikirleri vardır, onlar zaten neyin doğru olduğunu biliyor. Ve onlar bu 'doğru'yu sana yerleştirirler. Sen içinden kıvranırsın, çığlık atarsın ama sen çaresizsin. Bir çocuk son derece çaresiz ve kırılgandır, o herhangi bir şekilde kalıba dökülebilir. Ve toplumun yaptığı şey budur. Çocuk yeterince güçlenmeden önce o çoktan bin bir şekilde sakatlanmıştır. Felç olmuş, zehirlenmiştir.

Dindar olmak istediğin gün tüm dinlerden vazgeçmek zorunda kalacaksın. Tanrı ile ilişkiye geçmek istediğin gün Tanrı hakkındaki tüm ideolojilerden vazgeçmek zorunda kalacaksın. Kim olduğunu bilmek istediğin gün sana verilmiş olan tüm cevaplardan vazgeçmek zorunda kalacaksın. Ödünç alınmış her şey yakılmalıdır.

Bu nedenle Zen şu şekilde tanımlanmıştır: "İnsan kalbine doğrudan hitap etmek. Doğayı görmek ve Buda olmak. Harflere yaslanmamak, kutsal metinlerden ayrı, dışında bir iletişim şekli."

Kutsal metinlerden ayrı, dışında bir iletişim şekli: Kuran bunu sana veremez, ne Dhammpada ne İncil ne Talmud ne de Gita verebilir. Hiçbir kutsal metin onu sana veremez. Ve şayet kutsal metne inanırsan hakikati ıskalamaya devam edeceksin.

Hakikat senin içinde; onunla orada karşılaşmak gerekir. "İnsan kalbine doğrudan hitap etmek. Doğayı görmek ve Buda olmak." Hiçbir yere gitmene gerek yok. Ve nereye gidersen git aynı kalacaksın, o halde ne anlamı var? Himalayalara gidebilirsin, bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Seninle birlikte olan her şeyi taşıyacaksın. Sonradan olduğun her şeyi, yapıldığın her şeyi, tüm yapaylıklarını taşıyacaksın. Sentetik yüzlerin, ödünç alınmış bilgin, kutsal metinlerin içinde sana yapışık kalmaya devam edecek. Himalayalardaki bir mağaranın içinde otururken bile tek başına olmayacaksın. Öğretmenler etrafında olacak ve din adamları ve politikacılar ve anne babalar ve tüm toplum. Belki o görünür olmayacaktır fakat içinde seni kalabalıklaştırarak orada olacaktır. Ve sen bir Hıristiyan ya da bir Hindu olarak kalacaksın. Ve sen papağan gibi sözcükleri tekrar edip duracaksın. O değişmeyecek. O değişemez.

Nereye gidersen git kendin olarak kalacaksın. Cennette yahut Himalayalarda bile olsan başka türlü olamazsın. Dünya senin dışında değildir; dünya sensin. Bu yüzden nereye gidersen git beraberinde dünyanı da götürürsün.

Gerçek değişiklik mekânda olmamalı, gerçek değişiklik dışarıda olmamalı, gerçek değişiklik içsel olmalı ve gerçek değişiklik derken ne demek istiyorum? Kendini geliştirmen gerekli demiyorum çünkü gelişme yine bir yalandır.

Gelişme, kişiliğini cilalamaya devam edeceksin demektir. Onu son derece güzelleştirebilirsin; ancak hatırla o ne kadar güzel olursa o kadar tehlikelidir. Çünkü ondan vazgeçmek o kadar zor olacaktır.

Bu nedenle bazen bir günahkâr, bir aziz haline gelir. Fakat senin sözde saygıdeğer insanların asla öyle olamaz. Onlar olamazlar; onların öylesine değerli, öylesine süslenmiş, cilalanmış kişilikleri vardır ki ve onlar kişiliğe çok fazla yatırım yapmışlardır. Onların tüm yaşamı bir çeşit cilalamadır. Artık bu güzel kişilikleri bırakmak çok ağır bir bedeldir. Bir günahkâr ondan vazgeçebilir, onun buna yatırımı yoktur. Aslında o bundan bıkmıştır, o çok çirkindir. Fakat nasıl saygıdeğer bir kişi ondan kolaylıkla vazgeçsin? Bu ona gayet iyi hasılat bırakıyor, bu çok kârlı bir şeydi. Bu onu daha çok ve daha çok saygıdeğer hale sokuyor, o daha yükseğe ve daha yükseğe çıkıyor, o başarının zirvesine ulaşıyor. Onun bu başarı merdiveninde ilerlemesini durdurması çok zor. Bu sonu olmayan bir merdiven, sen sonsuza dek devam edebilirsin.

Birisi Henry Ford'a ölüm döşeğindeyken sormuştu—o halâ bazı yeni endüstriler, bazı yeni girişimler planlıyordu— birisi ona sordu, "Efendim ölüyorsunuz! Ve doktorlar birkaç günden fazla yaşayamayacağınızı söylüyor. Hatta onlar bundan bile emin değil; bugün ya da yarın ölebilirsiniz. Şimdi, neden? Ve siz bunu tüm hayatınız boyunca yapmıştınız. Ve sizin çok paranız var, harcayabileceğinizden çok, istediğiniz her şeyi yapabileceğinizden daha çok. Bu gereksiz bir para. Niçin girişimlerinizi sürekli çoğalttınız?" Bir anlığına Henry Ford planlamayı durdurmuş olmalı. Ve şöyle söylemiş, "Dinle. Duramam. Bu mümkün değil. Sadece ölüm beni durduracak, ben duramam. Canlıyken daha yüksek basamağa tırmanmaya devam edeceğim. Bunun anlamsız olduğunu biliyorum ama duramıyorum!"

Hayatta başarılı olduğun zaman durmak zordur. Zenginleşiyorken durmak zordur, meşhur oluyorken durmak zordur. Ne kadar rafine bir kişiliğin varsa, o sana, o kadar çok tutunur.

Bu yüzden sana kendini geliştirmen gerektiğini söylemiyorum. Buda'dan Hakuin'e kadar tüm büyük üstatlar; hiç kimse sana gelişmeni söylememiştir. Sözde 'gelişim kitapları' konusunda dikkatli ol. Amerikan piyasası böyle kitaplarla doludur. Dikkatli ol. Çünkü gelişmek seni hiçbir yere götürmeyecektir. Bu gelişmekle alakalı bir şey değildir; çünkü gelişmekle gelişecek olan şey bir yalandır. Kişilik gelişecektir —daha çok cilalanacaktır, daha zor fark edilir olacaktır, daha değerli olacaktır, daha kıymetli olacaktır— fakat bu dönüşüm değildir.

Dönüşüm kişiliği geliştirmekle değil, tamamıyla bırakmakla olur.

Yalan hakikat haline gelemez. Yalanı geliştirerek bir hakikate dönüştürmenin bir yolu yoktur. O yalan kalacaktır. O daha çok bir hakikat gibi gözükecektir ama bir yalan olarak kalacaktır. Ve ne kadar hakikat gibi gözükürse, onun cazibesine o kadar kapılacak, onun içine kök salacaksın. Yalan o kadar çok hakikatmiş gibi gözükebilir ki onun bir yalan olduğu gerçeğini unutabilirsin.

Yalan sana şöyle der: Hakikati ara. Karakterini, kişiliğini geliştir. Hakikati ara, şu ol, bu ol. Yalan sana yeni programlar vermeye devam eder: Bunu yap ve her şey iyi olacak ve sonsuza dek mutlu olacaksın. Şunu yap, bunu yap. Bu başarısız mı oldu? Endişelenme, senin için başka planlarım var. Yalan sana planlar vermeye devam eder ve sen bu planlara uymaya devam edersin ve hayatını boşa harcarsın.

Aslında hakikat için arayış bile bir yalandan kaynaklanır. Bunu anlamak zor olacaktır fakat bu anlaşılmak zorundadır. Hakikat arayışı yalanın kendisinden kaynaklanır. Bu yalanın kendisini koruma yoludur; o sana hakikat arayışını bile sunar, şimdi sen kişiliğine nasıl öfkelenebilirsin? Ve sen nasıl onu bir yalan olarak adlandırabileceksin? O seni hakikat arayışına doğru iter, o seni zorlar, o seni buna sevk eder.

Fakat arayış uzaklaşmak demektir. Ve hakikat buradadır. Ve yalan seni oraya gitmen için itekler. Ve hakikat şimdidir. Ve yalansa 'o zaman' ve 'orada'dır. Yalan her zaman için geçmişten yahut gelecekten konuşur, o asla şimdiki zamandan konuşmaz. Ve hakikat mevcuttur. Tam şu an! O şimdi buradadır...

Bu yüzden ilk 'sen' yalandır, eylemdir. Senin etrafını çevrelemiş olan sahte kişiliktir. Toplumsal yüz, sahtekârlık. O düzenbazdır. Toplum onu sana dayatmıştır ve sen onun bir işbirlikçisi haline gelmişsindir. Toplumsal yalanla yapmış olduğun işbirliğini bırakmak zorundasın. Çünkü sen sadece bütünüyle çıplak olduğunda kendinsindir. Tüm kıyafetler toplumsaldır. Kendin olduğunu zannettiğin tüm kimlikler ve tüm fikirler toplumsaldır; başkaları tarafından verilmiştir. Onların bu fikirleri sana vermek için kendi sebepleri vardır. Bu zor fark edilen bir sömürüdür.

Gerçek sömürü ekonomik ya da siyasi değildir, gerçek sömürü psikolojiktir. Bu yüzden bugüne kadar yapılan tüm devrimler başarısız olmuştur. Şimdiye kadar hiçbir devrim başarılı olmamıştır. Sebep? Çünkü onlar psikolojik olan en derindeki sömürüye bakmamışlardır. Onlar sürekli olarak yüzeysel şeyleri değiştirirler. Kapitalist bir toplum komünist hale gelir ama bu hiçbir değişiklik yaratmaz. Bir demokrasi diktatörlük haline gelir, diktatörlük olan bir toplum demokratik hale gelir, bu hiçbir fark yaratmaz. Bunlar sadece yüzeysel değişikliklerdir, badana gibidir. Ardındaki yapı aynı kalır.

Psikolojik sömürü nedir? Psikolojik sömürü hiç kimsenin kendisi olmasına izin verilmemesidir. Hiç kimsenin kendisi olarak kabul edilmemesidir. Hiç kimseye saygı duyulmamasıdır. Onlara kendileri olarak saygı duymazsan insanlara nasıl saygı duyacaksın. Şayet onlara bazı şeyleri dayatıyorsan ve sonra saygı duyuyorsan, sen kendi dayatmalarına saygı duyarsın. Sen onlara kendileri olarak saygı duymuyorsun, onların çıplaklığına saygı duymuyorsun. Onların doğallığına saygı duymuyorsun, onların içinden gelenlere saygı duymuyorsun, onların gerçek gülümsemelerine ve gerçek gözyaşlarına saygı duymuyorsun. Sen sadece sahteliğe, eylemlere, gösterişe saygı duyuyorsun. Sen onların eylemlerine saygı duyuyorsun.

Bu sen-1 bütünüyle bırakılmalıdır. Freud, insanlığa kişiliğin, bilinçli zihnin sahteliğinin farkında olması için çok yardımda bulunmuştur. Onun devrimi Marks'ın devriminden çok daha fazla derindir, onun devrimi herhangi başka bir devrimden çok daha derindir. Her ne kadar o yeterince ileri gitmese de derine iner.

O ikinci sene, sen-2'ye ulaşır. Bu bastırılmış sendir, içgüdüsel sen, bilinçsiz sen. Bu toplumun izin vermediği her şeydir, bu toplumun varlığının içinde kalması için zorladığı ve oraya kilitlediği her şeydir. O sadece rüyalarında gelir, o sadece metaforlarda gelir, o sadece sarhoş olduğunda gelir, o sadece artık kontrolünü yitirdiğinde gelir. Bunun dışında o, senden çok uzakta kalır. Ve o daha hakikidir, o sahte değildir.

Freud insanın bunun farkında olması için çok şey yapmıştır. Hümanist psikoloji akımı ve özellikle de gelişim grupları, yüzleşme ve diğerleri senin içinde çığlık atmakta olan, bastırılmış olan, ezilmiş olan tüm şeylerin farkında olman için muazzam düzeyde yardımda bulunmuştur. Ve bu senin en yaşamsal parçandır. Bu senin gerçek hayatın, doğal hayatındır. Dinler onu senin hayvansı parçan olarak kötülemiştir, onlar onu günahların kaynağı olarak kötülemiştir. O günahın kaynağı değildir, o yaşamın kaynağıdır. Ve o bilinçten daha alt seviyede değildir. O bilinçten daha düşük seviyede değil fakat bilinçten daha derindedir.

Ve şayet o hayvansıysa bunda yanlış hiçbir şey yoktur. Hayvanlar güzeldir, ağaçlar da. Onlar hâlâ kendi mutlak basitlikleri içinde çıplak yaşarlar. Onlar henüz din adamları ve politikacılar tarafından mahvedilmemişlerdir. Onlar hâlâ Tanrının parçasıdır. Yalnızca insan yanlış yola sapmıştır. İnsan yeryüzündeki yegâne anormal hayvandır; aksi taktirde tüm hayvanlar basitçe normaldir. Bunun sonucu olarak da coşku, güzellik, sağlık. Bu yüzden canlılık. Görmedin mi? Bir kuş kanatlanmış uçarken hiç kıskanmadın mı? Hiç, bir geyiği ormanın içinde hızla koşarken görmedin mi? Canlılığı, enerjinin saf coşkusunu kıskanmadın mı?

Çocuklar: Hiç onları kıskanmadın mı? Belki de o kadar kıskançlık hissediyorsun ki bu yüzden çocuksu olmayı kötüleyip duruyorsun. Sürekli kötülüyorsun. Montague, "Çocukça davranma" yerine insanlara "Yetişkince davranma" demeye başlamalıyız derken haklıdır. O haklıdır, aynı fikirdeyim.

Bir çocuk güzeldir, yetişkin çirkinliktir. O artık bir akış değildir, o pek çok şekilde bloke olmuştur. O donmuştur, o cansızdır. Ve donuktur. O coşkuyu kaybetmiştir, o heyecanı kaybetmiştir, o sadece sürünmektedir. O sıkılmıştır, onda hiç gizem duygusu yoktur. O asla şaşırmış hissetmez, o hayret etmenin lisanını unutmuştur. Onda gizem kaybolmuştur. Onun açıklamaları vardır, gizem artık orada değildir. Bu nedenle o şiiri ve dansı ve tüm değerli olan şeyleri ve hayata anlam ve önem katan her şeyi, hayata tat veren her şeyi kaybetmiştir.

Bu ikinci 'sen' birincisinden çok daha değerlidir. Bu tüm dinlere karşı olduğum yerdir, tüm din adamlarına karşı olduğum yerdir çünkü onlar en yüzeysel olan birinciye yapışırlar. İkinciye git. Fakat ikinci son değildir; Freud'un eksik kaldığı yer burasıdır. Ve hümanist psikolojinin de eksik kaldığı yer budur; Freud'dan biraz daha derine iner yine de üçüncüyü bulmak için yeterince derine inmez.

Üçüncü bir 'sen,' sen-3 vardır. Sen-1'in ve sen-2'nin, her ikisinin ötesindeki gerçek sen, orijinal yüz. Aşkın olan. Budalık. O bölünmemiş saf bilinçliliktir.

Birinci sen toplumsaldır, ikinci sen doğaldır, üçüncü sen ilahidir. Ve hatırla, birinci kullanışlı değildir demiyorum. Şayet üçüncü varsa o zaman birinci güzel bir şekilde kullanılabilir. Eğer üçüncü varsa ikinci güzel bir şekilde kullanılabilir. Ancak sadece üçüncü varsa. Şayet merkez iyi bir şekilde iş görürse o zaman çeper de iyidir, o zaman dış çevre de iyidir. Fakat merkez olmadan sadece çerçeve bir çeşit ölüdür.

İnsanın başına gelen şey budur. Bu yüzden Batı'daki pek çok düşünür hayatın anlamsız olduğunu zanneder. Öyle değildir. Bunun nedeni sadece senin anlamın kaynaklandığı, ortaya çıktığı merkezinle teması kaybetmiş olmandır. Bu tıpkı bir ağacın kendi kökleri ile temasını yitirmiş olması gibidir. Artık hiç çiçek yeşermez. Artık yeşillik kaybolmaya başlar, yapraklar dökülür ve artık yeni yaprak gelmez. Ve özsuyu akmaz, gövde artık yoktur. Ağaç ölü hale gelir, ağaç ölüyor.

Ve ağaç felsefe yapmaya başlayabilir, ağaç varoluşçu, bir Sartre ya da başka birisi haline gelebilir ve ağaç hayatta çiçekler olmadığını söylemeye başlayabilir- Hayatta çiçekler olmadığını, güzel kokular olmadığını, artık kuşlar olmadığını söyleyebilir. Ve ağaç hatta bunun her zaman böyle olduğunu söyleyebilir ve eskilerin sadece çiçekler var diyerek kendilerini kandırdıklarını söyleyebilir. Onlar hayal kuruyordu. "Bu her zaman böyleydi, bahar asla gelmemiştir, insanlar yalnızca hayal kurmuştur. Bu Budalar, çiçeklerin açtığını ve çok büyük bir neşe olduğunu ve kuşların ve gün ışığının geldiğini sadece hayal ediyorlar ve kafalarında kuruyorlardı. Hiçbir şey yoktur. Her şey karanlıktır, her şey rastlantısaldır ve hiçbir anlam yoktur." Ağaç bunu söyleyebilir.

Ve gerçek şey anlamın olmadığı, artık çiçeklerin olmadığı, çiçeklerin var olmadığı, hoş kokuların hayal ürünü olmadığı değil, ağacın sadece kökleri ile temasını yitirmiş olmasıdır.

Sen kendi Budalığının içinde kökleşmedikçe çiçek açmayacaksın. Şarkı söylemeyeceksin, kutlamanın ne olduğunu bilmeyeceksin. Ve sen kutlamayı bilmiyorsan Tanrıyı nereden bileceksin. Ve şayet sen dans etmeyi unutmuşsan, nasıl dua edeceksin. Şayet sen nasıl şarkı söyleneceğini ve nasıl sevileceğini unutmuşsan o zaman Tanrı ölüdür. Tanrı ölü değildir. Tanrı sadece senin içinde ölüdür, sadece senin içinde. Senin ağacın kurudur, gövde kaybolmuştur. Yeniden köklerini bulmak zorunda kalacaksın. Kökleri nerede bulmalı? Kökler şimdi ve burada bulunmalıdır.

Son Düzenlenme Pazartesi, 12 Haziran 2017 21:24

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM