Aziz ve muhterem Mehmet Fatih beyefendi, Âsitâne dergimiz için mülâkat isteğimizi kabul etmenizden dolayı kalbî teşekkürlerimizi kabul buyurunuz. Efendim, Mevlâna Hazretleri Mesnevî-i Şerîf’lerinde
Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab
“Hudâ’dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lutfundan mahrum kalır.” buyuruyorlar. Hazreti Pîr efendimizin Cenâb-ı Hakk’tan edeb hususundaki bu niyâzlarından bahisle yüksek müsaadelerinizle suallerimize edebin tanımı ile başlamak dileriz. Edeb nedir efendim?
■ ■ ■ Eyvallah efendim. Bir kere nazik davetinizden dolayı bendeniz sizlere teşekkürü bir borç bilirim. Edeb, tasavvuf, Hazreti Pîr gibi mevzûlar olduğunda fakirin hatırlanmasının şükrünü ödemekten de âcizim, bunu da arzetmek isterim.
“Âyet âyet hemegî ma’ânî-i Kur’ân edebest” diyor Hazreti Mevlânâ. Velhâsılı “Kur’ân-ı Kerîm âyet âyet edebtir” buyuruyor. Edeb evet bize öğreti olarak birçok mânâlarda eline, beline, diline sahip olmak gibi hep halk’a nüfuz etmesi için belli öğretilerde takdim edilmiştir. Fakat edebte bir farklı husûsiyet vardır. Tam kelimesiyle Hazreti Pîr’in sözlerine bakarsak bu inceliği işaret ettiğini göreceğiz. Ama ondan evvel şunu arzedeyim; bir kere edeb kelimesi için İslam literatüründe, İslam ahlâkında nasıl kullanıldığına hemen bir bakmak lazım. “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî! “ Beni Rabbim terbiye etti, edeblendirdi, Onun edeblendirmesi ne güzel!” dediğine göre Hazreti Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve sellem) Efendimiz, edeb gözle görülen ahlâkın ötesinde ki bir cevher. Ahlâk taklîd edilebilir fakat edeb taklîd edilemez. Ahlâk insanın hilkatinde, fıtratında zâhiren algılanabilecek hallerdir. Mesela bir insanın konuşma şeklindeki tevâzuyu taklîd edebilirsiniz. Tevâzu cümlelerini seçerek belli bir fiziki yapıya bürünerek bu ahlâkı taklîd mümkündür. Fakat o tevâzu’nun kalpte olan mânâsını taklîd mümkün müdür? Mümkün değildir. İşte o tevâzuyu yani ahlâk’ın (tevâzu ki bunlardan birisidir) ve ahlâki tüm davranışların esas kalpte neş’et eden noktasına edeb deniyor. En önce o edeb cevheri olarak kalb’i ihâta ediyor, kalpteki o edeb ondan sonra fi’liyyâta geçiyor. Dolayısı ile edeb ilk başta “kalb”in ahlâkıdır. “Kalb”in ahlâkına edeb denir. Peki kalp nedir? Kur’ân’ın ve Allah’ın muhatabı ve nazargâh-ı İlâhî’dir. Mahbub-u Subhânî’nin nazar ettiği, mihman olduğu mekandır, îmân’ın temekkün ettiği makarr-ı İlâhî’sidir, hepsidir. O halde kalpteki bu îmân’ın ilk alâmeti edeb’tir. Îmân’ın şartlarını kabul “Âmentü billahi ve melâiketihi ve kütübihî ve Rusûlihî” diye sayılan altı maddeyle toplanan şartlar îmân’ın zâhirî şartlarıdır. Ama bu îmân’ın zâhirî şartlarının bizde bulunması gereken kalbî noktasına ve kabulüne îmân’ın bâtinî şartları denir. Îmân’ın bâtinî şartlarının ilk maddesi ise edeb’tir. Şimdi o halde şunu hemen söyleyelim ve mevzûyu öyle toparlamaya çalışalım. Edeb lâtif bir şeydir. Yani zâhiren hemencecik farkedilen birşey değildir edeb. Menşei itibariyle kalbî olduğu için ancak kalpteki letâfetle anlaşılabilir. Şimdi geliniz Hazreti Pîr’in o sözüne böyle bakınız. Ne diyor efendim? “Allah Teâlâ’nın lûtfuna” Dikkat buyurun tâbire! Allah Teâlâ’nın lûtfuna mazhariyetten bahsediyor. İşte Lâtif sırrı o letâfetle ancak bilinen edeble oluyor. Ancak o zaman Allah’ın lütf-u İlâhî’sinden ve “Latifun bi ‘ibadihi” âyeti kerimesinden nasibdâr olunuyor. Bu çok önemlidir.Çünkü şerîat’ın bâtınında olan hikmetlere ancak bu aşk ile nüfûz edilir. O halde Allah Teâlâ’ya duyulan muhabbetin alâmeti îmân, bu îmân’ın coşkulu bir halde kalbi sahada yerleşmesine vesile olan da edebtir. Edebin muhafaza ettiği bu îmân’a aşk denir. O yüzden edeb aşktan, aşk da edebten beslenir. Edeb olmazsa Lâtif sırrı olan o aşk-ı İlahî asla tam mânâsıyla tecelli etmez, savuşur gider.
Mesnevîde Temsîlî Anlatım ve Hikâye ve
Temsîllerle Kur’ân Ayetlerinin Açıklanması
Hüseyin GÜLLÜCE
Mevlânâ'nın en önemli ve en büyük eseri olan Mesnevî, İslâm ve insanlık tarihinin en faydalı ilim ve kültür hazinelerinden biridir. Bu değerli eserinde Mevlânâ, çok zengin bilgi ve tecrübelerini, eşsiz dehasıyla çok yararlı ve cazip bir şekilde okurlarına sunmaktadır.
Mesnevîyi cazip ve unutulmaz kılan en önemli üslûp özelliklerinden birisi de onun” temsîlî anlatım metodu" dediğimiz birtakım çekici hikâye ve temsillerle konuyu anlatmasıdır. Bu metot sayesinde konu bir yandan daha iyi bir şekilde anlaşılırken, öte yandan akılda daha kalıcı tesirler oluşturmaktadır.
Mesnevî, aslında Kur’ân ayetleri ile Hz. Peygamber'in hadislerinin açıklandığı ve özetlendiği İslâmî bir eserdir.
Onu iki kelime ile en iyi bir şekilde özetleyen "Mağz-ı Kur’ân / Kur’an’ın Özü” ifadesi de bu gerçeği açık bir şekilde ifade etmektedir. Ancak onun bu görevini yerine getirirken yukarıda faydalarına işaret ettiğimiz temsîlî anlatım metodunu kullanması, diğer İslâmî kitaplardan farkını ortaya koymaktadır.
Giriş
Mevlânâ (1207-1273), insan olmanın mana ve ehemmiyetini kavrayan, bu alandaki birikimini kıymetli eserleriyle, bilhassa Mesnevîsiyle insanlara armağan bırakan, insanlık tarihinde yetişmiş nâdir âlim ve âriflerden biridir.
Mevlânâ'nın ismini ebedî kılan ve eserlerinin en önemlisi olan Mesnevî, Mevlânâ tarafından birçok vasıflarla anıldığı halde edebiyatımızın nazım türlerinden "Mesnevî” tarzında yazıldığı için bu adla anılmış ve yazıldığı tarzdan başka bir ad verilmemiş altı cilt halinde ve 26.660 beyitten meydana gelmiş "fâilâtun fâilâtun fâilun" vezniyle yazılmış manzum bir eserdir. Dünya dillerinin birçoğuna çevrilmiş, birçok defalar şerh edilmiş, birçok intihaplara esas teşkil etmiştir. Mevlânâ, Farsça olan bu eserinin ilk 18 beytini kendisi kaleme almış, geri kalan kısmını söylemiş, halifesi Hüsâmeddin Çelebî yazmıştır.
Şark İslâm edebiyatında çok üstün ve eşsiz bir yeri olan ve bize bütün doğu kültür mirasını şiir halinde sunan Mesnevi, İslâm dünyasında mukaddes bir kitap edasıyla karşılanmış ve sevilmiştir?
Mesnevînin ilham aldığı asıl kaynak hiç şüphe yoktur ki Kur’ân-ı Kerîm'dir. Mevlânâ bu büyük esrinde Kur’ân-ı Kerîm'e ve onu tebliğ eden Hz. Muhammed (sav)'e derin bir anlayış ve inanışla bağlıdır. O kadar ki, Mesnevi şiir ve hikâye sanatı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşünce üslubu ile ifadelinmiş, Kur’ân-ı Kerîm'in "manzum tefsiri” diye karşılamak mümkündür, Mevlânâ, Mesnevî vasıtasıyla öğrettiği Allah'a varma yollarını, Kur’ân’dan âyetler getirerek, Hz. Muhammed'den sav hadisler hatırlatarak ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak tanıtmıştır.
İsmail Ankaravî, Mesnevî Şerhi'nin başında şöyle der: "Mesnevî kitabını Kur’ân tefsirleriyle nebevî hadislerden meydana gelen iki denizin birleştiği bir yer (mecmau'l-bahreyn) yapan Allah'a hamdolsun.”
İyi bir İslâm alimi ve Mesnevî uzmanı olan Ankaravî'nin sözlerinin manası şudur: Mesnevî, Yüce Rabb'ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm'in bir tefsiri ve hadis-i şeriflerin, bir şerhi mahiyetindedir. Âyetlerden, onların tefsirlerinden ve hadislerden alınmıştır. Ancak, Mesnevînin asıl yazılış gayesi; müritler ve hak yolcuları için bir rehber ve irşat kitabı olması nedeniyle bilinen ve mütearef tefsir ve hadis kitaplarından farkı vardır.
Mesnevî’nin nasıl bir kitap olduğu ve Kur’ân-ı Kerîm ile olan ilgisi bizzat Mesnevî de şöyle anlatılır:
"Mesnevînin sözlerinin suretine bakarsan bu, suret ehlini sapılır; mana ehlini ise hidâyete erdirir."
Kur’ân'da da 'bu Kur'ân bazılarım hidâyete ulaştırır, bazılarını sapıklığa düşürür' buyrulmuştur
'Her dükkânın başka bir metaı, başka bir kârı vardır, Mesnevî de, hayırlı yokluk dükkânıdır "
"Bil ki! Mesnevî vahdet dükkânıdır. Vahdetten başka onda ne varsa puttur”
"Ey manevî denize susamış olan! Mesnevî’den tarafa gel!"
"Ondan yana gel ki, her an Mesnevî’de sadece bir mana denizi görürsün.”
Ayrıca Mesnevî okuyana göredir:
"Her kim Mesnevîyi masal diye okursa, onun için masaldır, kim de kendisinin halini bu kitapla görürse o kimse merttir
Mesnevî Nil suyu gibidir. Kıptilere kan görünmüştür. Musa'nın kavmine ise, kan değil sudur.”
Mesnevî, Hak ilhamıyla yazılmıştır.
"Bu ne yıldız ne remil bilgisi ne de rüya tabiridir. Bu Hak vahyidir. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.
“Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır.”
Çöl, arayış. Toz bulutlarıyla raks. Kendi müpheminde boğulma gayesi. Zahirî olan çöle inmez, batınî olan görünmez. Çöl, ruhların kemâle erme girdabındaki son durak, son öğreti. Çöl, sonsuzluğun sonu, sonsuzluktaki zaman… Çöl, ‘ Bir ben var, benden içerû ! ‘ Çöl, şiirin son hali, girift, muğlak, namütenahi… Çöl, ruhun özünü doya doya yaşadığı yer, her şey namevcut; kum, güneş, ‘ben’ hariç… Çöl ve çöle inen hakikat avcısı; yol ve yolsuzluk… Çöl Şark… Çöl, Masal…
Sokrates’in talebesi, Aristo’nun hocası olan Eflatun(Platon) Batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası talebeleriyle oturmuş ‘ gerçeğe’ dair sohbet ederken, gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmadığını anlatır. Eflatun’un bu tespitine enfes bir örnek vardır: Şark Masalları. Gerçek değiller ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez. İşte Bab’ Aziz böyle bir film. Yönetmen koltuğunda NacerKhemir var. NacerKhemir, Tunus-Kurba’lı bir sinemacı. 60’ını geçmiş bu Derviş sanatçının yönetmenlik geçmişinde çektiği film sayısı sadece 3’tür. ‘’Çöl İşaretçileri’’ , ‘’ Kayıp Güvercinin Gerdanlığı’’ ve ‘’ Bab’ Aziz’’ filmlerinden oluşan Çöl Üçlemesi… Bab’ Aziz’in dilimizde tam karşılığı yok ama belki ‘ Bilge Dede’ demek doğru olabilir. Yani İrfan, yani hikmet bir anlamda Doğu…
2006 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen filmin gösterimi sırasında kendi filmi hakkında bir de konuşma yapan Khemir şunları söyler : ‘’Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız?Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne(dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslam’ın Batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.’’ Muazzam bir duruş, görkemli bir mantık ve saygı duyulacak bir yaklaşım… Bu yaklaşım filme de aksetmiş, nitekim Bab’ Aziz filmi ilk karesinden finaline kadar her zerresinde İslam’ın, imanın ve irfanın inceliklerini görsel bir şölenle önümüze seriyor… İbret aynasında hayretle seyrediyoruz kendimizi.
Kung Fu Panda, bir animasyon filmi olmanın ötesinde izleyenler için kişisel gelişim adına da sayısızca ders barındıran bir yapım. Filmdeki kahramanımız Po, Kung Fu tutkunu ve aile mesleği olan erişte satmakla meşgul sıradan, şişman bir Panda iken tamamen “tesadüf” eseri bilge kaplumbağa Oogway tarafından Ejderha Savaşçısı olmak üzere seçiliyor.
İşte bu yolculuk süresince Kung Fu Panda, yeteneklerimizi ve yaratabilme gücümüzü keşfederek kullanabilmek, karşımıza çıkan zorluklarda pes etmeden ilerleyebilmek ve içimizdeki limitsiz gücü fark edebilmek gibi konularda bizlere çok aydınlatıcı ve öğretici bilgiler veriyor.
Ben de sizlerle bu filmden kişisel gelişiminize katkı sağlayacağına inandığım bazı bilgileri paylaşmak istiyorum.
Kendinize Özgü Yeteneklerizin Farkına Varın.
Filmin başlarında son derece sıradan bir Panda gibi gözüken Po, Kung Fu öğrenebilmek ve bu konuda ustalaşabilmek adına hiç bir ilave özelliğe sahip değilmiş izlenimi veriyor. Bilge Oogway’ın Po’yu Ejder Savaşçısı seçmesinin ardından öğretmeni Master Shifu ve takım arkadaşları Furious Five ekibi, Po’nun gerek yetenek, gerekse fiziksel olarak Ejder Savaşçısı olabilecek potansiyele sahip olmadığına inanıyorlar.
Fakat, herkesin olumsuz düşüncelerine rağmen pes etmeden, azimli bir şekilde çalışmalarına devam eden Po, Master Shifu’nun da desteğiyle daha önceden varlığından bile haberdar olmadığı, gizli kalmış yeteneklerini yüzeye çıkararak karakterini yeniden şekillendiriyor.
Bizlerde, günlük yaşantımızın kargaşası içerisinde yeteneklerimizi yeterince kullanamadığımız için onların farkında olmayabiliriz. Hatta ve hatta, yeteneklerimiz yok bile zanledebiliriz. Oysa ki bu dünyaya hepimiz benzersiz geliyoruz ve hepimizin kendine özgü, bizleri diğer insanlardan farklı kılan özellikleri ve yetenekleri vardır.
Kullanılmadıkları için paslanmış, hatta unutulmuş olan yeteneklerimizi keşfedip kullanmaya başladığımızda, yaşam enerjimiz artarak motivasyonumuzu yükseltir. Kendimize olan inancımız güçlenir ve hayatımız daha anlamlı bir hal alır.
Geçmişte Yaşadıklarınızı veya Gelecekte Yaşayacaklarınızı Düşünmeyin, Sadece Ana Odaklanın ve Eyleme Geçin.
Filmin en önemli sahnelerinden birinde bilge Oogway, Po’yu en iyi yaptığı şeyi yaparken, kutsal şeftali ağacının altında şeftalileri yerken buluyor. Bilge Oogway, strese girdiği, gelecekten endişelendiği zamanlarda kendisini yemeğe veren Po’nun olanlar ve olacaklar hakkında fazlasıyla endişelendiğini söylerken ona şöyle de bir tavsiye de bulunuyor;
“Dün mazide kaldı, yarın ise bir muamma. Ama bugün bir armağandır, işte bu yüzden ona present (hediye) denir”
Ana odaklandığımızda, anla beraber hareket edip, gerçekleştirmek istediğimiz eylemleri ertelemeden birer birer gerçekleştirmeye başladığımızda kendimizle ilgili farklı bir şeyi daha keşfederiz; yaratma gücümüz. Bu güç, hayatımızda bir şeyleri gerçekleştirmek istediğimizde ihtiyacımız olan en önemli gücümüzdür. Yaratma gücümüzü istediğimiz şekilde kullanabilmeyi öğrendiğimizde ve bu konuda uzmanlaştığımızda, üretkenliğimiz artar ve ulaşmak istediğimiz sonuçlara daha rahat ulaşırız.
Hedeflerinize Ulaşacak Kadar Azimli ve Çalışkan Olun.
Po, fiziksel olarak şişman olmasından ve yaptığı sakarlıklardan ötürü Master Shifu ve takım arkadaşları tarafından aşağılandı, göz ardı edildi. Bunlarla beraber, kendisini hiç bir zaman onlar kadar yetenekli görmedi. Fakat, kendisine olan inancını, güvenini ve de en önemlisi çalışma isteğini hiç bir zaman kaybetmedi. Master Shifu ile yaptığı antremanlar boyunca hırpalandığı, dayak yediği zamanlarda bile bu sürecin gelişimine katkı sağladığının bilincinde olduğu için çalışmaya devam etti ve asla pes etmedi.
Çünkü Po, Kung Fu’yu seviyordu. Kendisine inanci vardı ve yeteri kadar çalışırsa her türlü zorluğun üstesinden gelerek hedeflerini gerçekleştirebileceğini biliyordu.