İslam'ın Altı Şartı!

Yazan Mehmet Doğramacı Write on Perşembe, 11 Mayıs 2017 Yayınlandığı Kategori Kıssadan Hisse Okunma 1436 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

Sokakta duyduğu bir sövgüyü evde annesine söyledi. Merhamet abidesi kadın derhal mutfağa koştu ve bir kaşık acı biberi zorla çocuğun ağzına tıktı. Çocuk, ağzındaki yangının ıstırabı ile lavaboya koştu ama nafile. O gün akşama kadar kıvrandı. Henüz ilkokula giden bir çocuk için anne ne kadar gaddar davranmıştı!...

Yıllar sonra büyüyünce anlayacaktı çocuk, annesinin iyiliğini. Ne zaman kötü söz duysa, nerede argo tabir kullanılsa yüzü kızarır, o olayı hatırlardı. Dili yerli yerince kullanma edebini fakülteye değil, annesine borçluydu.

Yılların doktoru hastasını muayene ediyordu. Hasta yanında gelen kişi durmadan konuşuyor, tıbbî terimleri yerli 
yersiz kullanarak güya bir şeyler anlatıyordu:

-Doktor Bey, hastamızda bazı semptomlar gözledik. Kullandığı ilaçların endikasyonlarından mıdır nedir, 
vücudunda lezyonlar oluştu!..

Tecrübeli doktor, gözlüğünü burnuna doğru indirerek sordu: 
-Sanıyorum bizim meslekle ilgilisiniz. Ne işle meşgulsünüz? 
Adam: 
-Şey, ben aslında tıbbı seviyorum. Sağlıkla ilgili değil işim.

Doktor işine devam etti. Adam da sürekli konuşmaya. Hemşirenin suratı asılıyor ama doktor sürekli “Sus” 
işareti ile önünü kesiyordu. Muayene bitip de onlar gidince genç hemşire patladı:

-Hocam vallahi iyi sabrettiniz!.. İzin verseniz haddini bildirecektim.

Doktor:

-Edep nedir kızım?

Hemşire:

-Bence haddini bilmektir hocam!.

Doktor:

-Senin dediğin en alt boyutu edebin. Bir üst boyuttan bakarsak nedir edep?

Hemşire:

-Hocam siz bilirsiniz.

Doktor:

-Edep, edepsizlerin edepsizliğine sabredecek olgunluğu göstermektir kızım!..

Hemşire bu edep tarifini ilk kez duyuyor, derin düşüncelere dalıyordu.

***

Sahih-i Buhari adlı büyük hadis kitabını açıklamalı biçimde dilimize kazandıran merhum Mehmet Sofuoğlu 
Hocanın doktora öğrencilerinden biri hocasını aradı telefonla:

-Hocam, yanımda tefsir hazırlamakta olan bir arkadaşım var. Ziyaretinize gelmek isteriz destur var mıdır?!..

Hoca sevinmişti.

-Evladım Din-i İslam’a hizmete çıkana biz köle oluruz. Tabii ki buyurun, dedi. Az sonra ziyaret gerçekleşti. 
Yılların hocası tefsir hazırlıyor diye takdim edilen kişiye sordu:

-Tefsir hazırlamak büyük cesaret,tebrik ediyorum. Arapça’yı nerede ikmal ettiniz evladım?

Tefsire girişen kişi gayet rahat:

-Arapça’m yok hocam. Ben birkaç tefsiri tetkik edip ortak noktaları birleştirerek sentez oluşturuyorum. Kur’ana 
sosyo-kültürel bir bakış benimkisi!

Sofuoğlu Hoca kıpkırmızı oldu. Beklenmeyen bir çıkışla kükredi:

-Derhal evimi terk et!... Defooooolllllll defoooollll edepsiiiizzzz!..

Misafir ve onu getiren öğrenci neye uğradıklarını anlayamadan apar topar çıktılar. Sonraki

günlerde Hoca durumu açıkladı:

-Arap dilinin lehçelerine, gramerine, belağatına hakim olmadan ayetleri tefsir etmek öyle mi?..

Rasülullah’a hakarettir bu!... Şahsım için değil, Rasülullah’ın hakkını teslim için kovdum. 
Haddi aşana haddini bildirdim evladım.

***

Olgunlaşma Enstitüsünün yıl sonu defilesinde protokole mensup zevat arasında Bakan bey de vardı. Abiye 
kıyafetlere sıra gelince Bakan bey başını önüne eğdi. Flaşlar patladı. Ertesi gün gazeteler manşet attılar: ”Bakan 
Bey defileye alışamadı!.. Dindar Bakan defilede!.. 
Kızlarımız hünerlerini sergiledi, Bakan utandı!..”

Memlekette edep anlayışı değişiyordu. Defilede önüne bakmak, çağdaş yetişen kızlarımıza ayıp etmekti. Bakan 
ayıp etmişti!..

***

Magazin gazetecileri arada bir iş yerlerindeki tacizi gündeme taşıyorlardı. Büroda konuştular. 
Bayanlar tacizi doğrulayıp başladılar şikayete. Uzunca süre sustu adam. Sonra şöyle dedi kısık bir sesle: 
”Erkeklerin de taciz altında olduğunu düşünebilir miyiz?”

Bayanlar hep birden patladılar. Ağız birliği etmişçesine yüklendiler adama, sen ne demek istiyorsun, gerici, 
mürteci diye…. Çağdışı bir bakıştı bu. Ne demek istiyordu ki bu adam?!.. 
Erkekler taciz ederdi…Bayanlar çağdaş edep dahilinde yaşıyorlardı, erkekleri taciz etmeleri nasıl söz konusu 
olurdu?!

Delikanlı aşk üzerine kompozisyon yazmıştı. Hocasına gösterdi incelemesi için. Detaylı tasvirler de yapmıştı. 
Hoca göz gezdirdikten sonra şöyle dedi: 
-Edebiyat ne anlama geliyor çocuğum? 
Delikanlı: 
-Söz sanatı efendim! 
Hoca: 
-Terim anlamı bu.Kelime anlamı ne?.. Bir araştır oldu mu?

Delikanlı kompozisyonuna övgü beklerken hocanın bozulmuş tavrına olan şaşkınlıkla kütüphaneye gitti. 
Kamus-u Türki’den edebiyata baktı. Edebiyat edep kökündendi… Anladı; 
aşkı anlatmıştı ama bedensel tasvirleri ile edebiyat çizgisinden çıkmıştı. Demek, hocanın hoşnutsuzluğu 
bundandı. Edebiyat sırf sanat yapmak değil, edebi muhafaza etmekti.

Merhum Üstad Necip Fazıl kaleme aldığı bir şiiri bendesi olduğu A.Arvasi(k.s) Hazretlerine götürdü. Hazret 
şiiri okumuş ama renk vermeksizin geri iade etmişti. Ne onaylamış, ne de reddetmişti. Necip Fazıl tedirgin oldu. 
Mutlaka şeriata muhalif bir dize vardı. Okudu, okudu, taradı, taradı yeniden kelimelere indi. Bulmuştu mısraı. 
Şöyle diyordu:“Diz çök ey zorlu kader önümde diz çök” Kader diz çöker miydi? Boyun eğecek olan nefisti. 
Hemen değiştirdi: “Diz çök ey zorlu nefis önümde diz çök”

Şiiri tekrar götürdü mürşidine… İlk önce renk vermeyen Hazret, sayfa kenarına şunları yazdı: 
“Altın Varak Halinde Yazılıp Okunacak Levhadır!...” Demek; mürşidine itaat, şeriat önünde edebi muhafaza; 
yeni açılımlar getiriyordu!.. Mürşidler; sözlü ikazdan çok halleri ile edep yansıtan büyüklerdi!..

NASA,ilginç bir çalışmaya imza atmak istiyordu. Uzaya dev bir ayna konacak, dünyanın karanlık kısımları 
aydınlatılarak gündüze çevrilecek, çalışma zamanı artırılacaktı. Ne zaman deneseler ayna paramparça oluyordu. 
NASA’da görevli Müslüman bir profesör şöyle dedi: 
“Galiba Allah’ın koyduğu ölçüye el attık. Evrensel mîzana müdahale ile edebi aştık!..”

Günlük tefekkürlerini paylaşıyordu ilmini karşılıksız yayan düşünür ile. Bir gün şunu sordu: 
-Rasülullah’(s.a.v)ın Mirac’ta yaşadığı KABE KAVSEYN MAKAMINI özde nasıl hissederim?

Düşünür cevapladı: 
-İslam’ın altıncı şartının ne olduğunu siz iyi bilirsiniz. O hali Rasülullah yaşamış. Ben haddimi bilir, 
kulluğumu icraya çalışırım.

Buz kesti her yanı. Baltayı taşa vurmuştu. ”Ben haddimi bilirim” demek, ”Haddini aşma!”, demekti. Tefekkür 
etmeli ama, Hududullah’ı (Allah’ın Koyduğu Sınırları) korumalı idi!...

Evet değerli dostlarım, 
Oradan buradan misallerle bir şeyler anlatmaya çalıştım. İslam’ın altıncı şartı; HADDİNİ BİLMEK, yedincisi de 
HADDİNİ BİLMEYENE HADDİNİ BİLDİRMEK diye latife ederdi büyüklerimiz.

Yedincisi,sistem gereği zaten işlemekte, sünnetullah mekanizmasınca yanlışların bedeli hızla ödenmekte!.. Biz 
altıncısına çok dikkat edelim. Sonsuz-sınırsız boyutu algılamaya çalışırken, sınırsızlığın Allah Ölçüleri ile 
yaşanacağını da unutmayalım. Bir ayet, bir vecize, bir de yeni tespitle noktalayalım: 
Veylün lil Mutaffifiyn 
ÖLÇÜYÜ-HADDİ AŞANLARA YAZIKLAR OLSUN!... 
(Mutaffifin-1)

EDEB BİR TAC İMİŞ NUR-İ HUDADAN 
GİY O TACI EMİN OL HER BELADAN 
A.Mahmud Hüdai(k.s)

“Edeb” haddini bilmektir!. “Edeb” hakkını vermektir! Her şeye karşı, olması gereken bir edeb vardır.. Edeb, 
ayağını altına alıp da oturmak, elini önüne bağlamak değildir! Edep; düşünsel boyutta,varlığı ve haddini 
bilmektir! Ancak ilim sahipleri haddini bilir; edebini takınır. Câhilin bildiği edep ise, elini önüne bağlamaktır. 
Allah’ın sonsuz ve sınırsız varlığını idrâk eden insanın fark edeceği şey, Evrendeki HİÇLİĞİDİR! Hakikatin 
edebi, hakikate sadâkattir. 
Bedenle, "tabiatla mücadele" hâli, "edeb edinme" hâli diye târif edilmiştir. (Ahmed HULUSİ)

İstanbul - 22.11.2005 

Mehmet Doğramacı

Son Düzenlenme Pazartesi, 12 Haziran 2017 22:00

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM