Erenlerden Sır Sorana

Yazan Abdülvehhâb Ümmî Write on Cuma, 13 Aralık 2019 Yayınlandığı Kategori Şiir Okunma 1474 kez
Ögeyi Oylayın
(1 Oylayın)

Tam adı Abdülvehhâb el-Ümmî el-Elmalî el-Halvetî olup, daha çok Vâhib-i Ümmî ismiyle tanınmıştır. Bugünkü Antalya ilinin Elmalı ilçesinde doğan Vâhib-i Ümmî’nin doğum târihi kesin olarak belli değilse de Dîvân’ında ihtiyarlıktan şikâyet etmesine bakılırsa, uzun bir ömür sürdüğü anlaşılmaktadır. Evli ve iki çocuk babası olan mutasavvıf-şâirimiz, H. 1004 / M. 1595’te memleketi Elmalı’da vefat etmiştir. Bugün, Pınarbaşı mevkiindeki türbesi, hâlen bir ziyâret yeridir. Vaktiyle eğitim ve irşad faâliyetlerini sürdürdüğü –bugün medfun bulunduğu mezarının bitişiğindeki– hankâhı, türbesiyle birlikte 1925 yılında dönemin Vâridât-ı Husûsiye (Mal Müdürlüğü) memuru tarafından yıktırılmıştır. Ancak sonradan tekrar ahşap olarak yaptırılmış olan türbesinde, kendisiyle birlikte eşi ve iki çocuğunun mezarları da bulunmaktadır.

Vâhib-i Ümmî, Halvetiyye tarîkatinin Ahmediyye kolunun pîri Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî’nin (v. 910/1505) mürîdidir.2 Esâsen Vâhib-i Ümmî’nin Tasavvuf târihi açısından taşıdığı en önemli özellik, bilhassa Osmanlı asırlarında en yaygın tarîkatlerden biri konumundaki Halvetiyye’nin orta kol olarak adlandırılan Ahmediyye kolunun Mısriyye şûbesinin ilk temsilcisi olmasıdır. Vâhib-i Ümmî’nin Elmalı’da açtığı mânevî yol, netîcede Türk Tasavvuf düşüncesinin önemli bir kilometre taşını teşkîlden ve kendisine “İkinci Yûnus” denilen Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1694) gibi bir şahsiyeti ortaya çıkarmıştır. Vâhib-i Ümmî’nin yetiştirdiği en büyük sûfî, Elmalılı Sinân-ı Ümmî’nin (v. 1607/1657) üstâdı EroğluNûri’dir (v. 1012/1603). Varlık ve eşyânın karmaşık mâhiyetini ve insanın iç dünyâsıyla ilgili soyut konuları, çoğu mısraında basit ve sıradan gibi görünen bâzVâhib-i Ümmî ile ilgili görsel sonucuı kelime ve deyimlerle (sehl-i mümtenîlerle) bir çırpıda anlatıveren Vâhib-i Ümmî, şiirlerinde, insanın iç derinliğini, mânevî gerçekliğini somut alana taşıyarak gizemli yönlerini sembolik ve metaforik bir tarzda açığa vurmaktadır. Bu durum, onun geleneğini sürdüren Abdülvehhablı sûfîlerde de görülmektedir. Esâsen Vâhib-i Ümmî, Yiğitbaşı Velî’nin diktiği bir ağaçtır ve bu ağaç, kendisinden sonra Eroğlu Nûri, Sinân-ı Ümmî, Çavdaroğlu, Gülâboğlu, Niyâzî-i Mısrî,Nüzûlî ve Sun’ullâh-ı Gaybî gibi şâirlerle en olgun meyvelerini vermiştir. İşte, Vâhib-i Ümmî’den îtibâren Elmalı kültür havzasında yetişen Halvetî–Ahmedî sûfîlerine “Abdülvehhablılar” adı verilmektedir. Vâhib-i Ümmî’ye göre bu sûfîler, tevhîd ilmini Yiğitbaşı Velî’den kanmışlardır. Tanrı’yı gönülden zikrederler ve her an tefekkür üzeredirler. Can gözleri hep açıktır. Halktan gizlidirler; bunların ululukları ehli tarafından bilinmektedir. Hepsi de gerçek birer velîdirler. Sözleri âb-ı hayattır. “Neden”den ve “niçin”den geçmişlerdir. Kendilerini bildiklerinden, Rab’lerini de bilirler. Abdülvehhablı sûfîlerin en karakteristik özelliği, dil ve düşünce bakımından Yûnus geleneğine bağlı oluşlarıdır. Eserlerinde vahdet-i vücûd düşüncesini esas alan bu sûfî şâirler, birer aşk ahlâkçısıdırlar. Şiirlerinde bâzı mahallî ifâde ve değerleri günümüze taşımaları açısından kültür târihimize katkılarda bulunacak malzemeler sunan Abdülvehhablı sûfîler, en girift ve anlaşılması güç tasavvufî konuları,en sâde ve anlaşılır bir dille, ama basite indirgemeden anlatmaktadırlar. Yaşadıkları devrin tutucu ve salt akılcı zihniyetine karşı ısrarla sevgiyi, hoşgörüyü, gönül yapmayı ve hakîkati öğütleyen bu sûfî şâirlerin eserlerinde kullandıkları dilin gerek sâdeliği ve gerekse edebî değeri, ayrıca Türkçe’nin zaferi olarak görülmektedir.

 

Erenlerden Sır Sorana Dokuz Türlü Nişân Gerek


NUTK-İ ŞERÎF ve ÎZÂHI

Erenlerden sır sorana dokuz türlü nişân gerek
Evvel kapı şerî'atdır güneş gibi 'ayân gerek

Erenlerin yolu nefs ile mücâdele ederek tezkiye-i nefs etme yani nefsi arındırma yoludur. Bu yolun dokuz alâmeti vardır. Bunlardan ilki şerî'atdır. Bu yola şerî'at kapısından girilir. Zîrâ nefs-i emmârenin başını ezmenin çâresi Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve Hakk'a kulluk etmekdir. Şerî'ata tâbi' olmayan kişi, nefsine tapar ve helâke sürüklenir. Nefs-i emmâre ehli öyle bir gaflet içindedir ki, yaptığı kötülükleri kötülük olarak görmez, hattâ işlediği fenâlıklarla iftihar eder. Bu yüzden de hiç pişmânlık duymaz, tövbe etmez. Bu da onun felâketine sebeb olur. Sûre-i Yûsuf'daki "وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ" âyet-i kerîmesi nefsin bu mertebesine işâret eder. Nefs-i emmârenin sıfatları şirk, küfür, gaflet, kibir, gadab, hased gibi şeytânî sıfatlardır.

 

Âyet ile hadîs ile verdim haber anlayana
Andan öte içeriye "levvâme"ye seyrân gerek

Nefs-i emmâresine tâbi olmayıp, Hakk'ın emirlerine tâbi olanlar, seyr-i sülûkde ikinci mertebeye yükselirler ki bu mertebe nefs-i levvâme mertebesidir. Nefs-i levvâme sâhibi olan kişi ara sıra gaflete düşüp günâh işlese de hatâsını bilir ve Cenâb-ı Hakk'a tövbe eder. Sûre-i Kıyâme'deki " وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ" âyet-i kerîmesi de nefsin bu mertebesine işâret eder. Nefsi levvâmenin sıfatları, çok yemek, çok uyumak, ucub, giyim kuşama düşkünlük, boş işlerle uğraşmak gibi kötü sıfatlardır.

 

Şerî'atdan tarîkatdan içerisi sırr ilidir
'Akıl ana 'ârif olmaz "mülhime"ye vicdân gerek

Nefs-i levvâmeden sonra nefs-i mülhime mertebesi gelir. Bu mertebeye erişen sâlikde öyle bir hassa meydana gelir ki, kalbine gelen ilhamların şeytânî mi rahmânî mi olduğunu ayırd eder. Bu iş akılla olmaz, vicdânla olur. Sûre-i Şems'deki "فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا" âyet-i kerîmesi nefsin bu mertebesine işâret eder. Nefs-i mülhimenin sıfatları ilim, tevazu, sabır, şükür, kanâat gibi güzel sıfatlardır.

 

Dördüncüsü "mutmainne" Mansûr bilir bu menzili
Er yüzünden erişmeğe ikrâr eden bir cân gerek

Dördüncü mertebe mutmainne mertebesidir ki bu mertebede nefs Allah'ın sevmediği kötü sıfatlardan arınır. Sûre-i Fecr'deki, "يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ" âyet-i kerîmesi bu mertebe hakkındadır. Nefs-i mutmainnenin sıfatları, ihlâs ile amel, riyâzat, tefvîz, tevekkül, rıza, şükür, telezzüz gibi ulvî sıfatlardır.

 

İhtiyârım elde değil lâzım geldi söylemesi
Beşincisi kerâmetdir 'ayân değil nihân gerek

Beşinci mertebe râdıyye mertebesidir ki bu mertebeye erişen sâlikde kerâmet zâhir olur. Ne var ki bu kerâmetleri izhar etmek doğru değildir. Sûre-i Fecr'deki "اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ" âyet-i celîlesi de bu mertebeye işâret eder.

 

Yol erinin tevhîdini 'ârif gerek anlamaya
Altıncısı "mardiyye"dir bunda burhân Kur'ân gerek

Seyr-i sülûkün altıncı mertebesi, nefs-i mardiyye mertebesidir ki buraya çıkan sâlik Hakk'ın rızâsını elde etmiş olur. Bu mertebeye de yukarıdaki âyet-i kerîmede işâret olunmuşdur.

 

Yedincisi "sâfiyye"dir halka 'ayân etmek olmaz
Andan geçip ulaşmağa cân Hazret'e kurbân gerek

Bir sonraki mertebe nefs-i sâfiyye mertebsidir ki sâlik bu makâma gelince bütün benliğinden soyunmuş ve bütün beşeri sıfatlarından arınmış, sıbgatullah ile boyanmış olur. Bu makâm söz ile tarif edilemez, ancak zevk ile anlaşılabilir. Bundan da ileri bir makâm vardır ki oraya ancak neffsini kurbân edenler erişebilir.

 

Sekizinci makâm budur ayne'l yakîn hakka'l yakîn
Gerçek 'âşık bu meydânda gayrullahdan 'uryân gerek.

Sekizinci makâmın alâmeti, mâsivâullahdan kurtulmakdır. Bu makâma eren kişi, Hakk'dan gayrı bir şey görmez, neye baksa Hakk'ı görür. " فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّٰهِۜ" âyet-i kerîmesi bu makâma işâret eder.

 

Vehhâb Ümmî'nin tevhîdi hâtırına güç gelmesin
Bu ma'nâyı fehm etmeğe sâfî nûrdan insân gerek

Bu anlatılanları anlamakda güçlük çekenler, hattâ inkâr edenler olabilir. Bunları anlamak için bu yolda mesâfe kat etmek ve nûrlu bir kalbe mâlik olmak gerekir.

 

Dokuz sıfatdan içeri bir sır diyem anlar isen
İnsân adın bunda koyup mahv u garkda nihân gerek

Bütün bu sıfatlardan ötede fenâ ve bekâ makâmları vardır ki insanın Hakk'da yok olması ve Hakk ile bekâ bulmasıdır. Bu makâmlara erişen kişi artık bir isimden ibâretdir çünkü kendi varlığı Hakk'ın varlığında eriyip gitmişdir.

 

Vâhib Ümmî başı cânı terk eyledi dîdâr için
Bu kelâmı zikr eyleyen ma'nâ evinde sultân gerek

Hakk aşkıyla cân ile başdan geçerek fenâfillah ve bekâbillah mertebelerine eren kişiden zâhir olan söz, kendi sözü değil, Hakk'ın sözüdür. Zîrâ kendisi yok olmuşdur.

 

Hitâb eyler gelüp söyler içeriden bu taşraya
Saklamağa genc-hâneyi ma'mûr değil vîrân gerek

Bekâbillaha eren kişiden çıkan sözler aslında Hakk'ın kelâmıdır. Hakk kelâmının insandan zâhir olmasının hikmeti şudur ki, hazîneler hep vîrânelerde saklanır.

 

Benim hâlim sorar isen ne yerdeyim ne gökdeyim
Ma'nâ sırrın söyleşmeğe bunda gelmiş yârân gerek

Ehlullah hazerâtı kendi hâlini gizler. Onlar aslında başka bir âlemdedir. Bunun da hikmeti insanlarla sohbet ve onlara faydalı olmakdır.

 

'Âriflerin remz ettiği nedir sana dinlendi-gör
Bu tevhîde inanmayan kardaşlara yalan gerek

İşte âriflerin remz ve işâret yoluyla anlattıkları tevhîd mertebeleri bunlardır. Tevhîdin ma'nâsından bî-haber olanlar ise bunları anlamaz.

 

Vâhib Ümmî dinler isen söz ma'nâsın anlar isen
Zikrin ile fikr ettiğin sâfî senin Sübhân gerek

Bu sözlerden alınacak ders şudur ki, dervîşin zikri de fikri de yalnız Allah olmalıdır. Bütün bu mertebelere ermenin yolu da budur.

Abdülvehhâb Ümmî
Kuddise Sırruh

 

Kaynak:

https://defter-i-ussak.blogspot.com/2019/10/erenlerden-sir-sorana-dokuz-turlu-nisan-gerek.html

http://isamveri.org/pdfdrg/D126041/2009/2009_OGKEA2.pdf

https://sufiworld.com/Divan-ı Abdülvehhâb-ı Ümmî (Vâhib-i Ümmî)

http://isamveri.org/Vâhib-i Ümmî Dîvânı’nda Bilgi ve Sevgi pdf

 

Son Düzenlenme Cumartesi, 14 Aralık 2019 00:27
Bu kategorideki diğerleri: « Kasidei Emali Hakk Rızası »

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM